Yedinci romanım Kafkas Ateşi 2020 yılının Mart ayında yayınlanacaktır...
Adım Beslan Akalsba.
1967 yılında Abhazya’nın başkenti Sohum’da doğdum ben. Günü geldi, Tiflis Devlet Üniversitesi’nde okumaya başladım.
Dört yıl sonra, bu kez lisansüstü kaydımı yaptırmak için dolaşıyordum ana binanın koridorlarında. Stella ise o koridorlarda yolunu kaybetmiş acemi bir öğrenciydi. Neden matematik bölümünü seçtin diye sorunca dili dolaşmıştı heyecandan. Gülüşmüştük. Yanakları kızarmıştı.
Ne de tatlı gülüyordu! Daha da güzelleşmişti yüzü kızarınca.
Tatil dönüşleri istasyonda beklerken kalbim yerinden fırlayacak gibi oluyordu. O gelecekti. Elinde ufacık valiziyle…
İki yıl geçiverdi bir peri masalı gibi.
Ne olduysa o uğursuz Ağustos gecesi oldu. Her şeyimi aldılar elimden...
Artık gönüllü bir sürgündüm başka topraklarda.
Şimdi elli yaşındayım, bir daha asla geri dönmeyeceğime yemin ettiğim ata topraklarına gidiyorum. Son yirmi beş yılımı geçirdiğim ikinci ülkem Türkiye’den Gürcistan’a geçip Batum, Gori, Tiflis, Zugdidi derken bir hafta sonra Abhazya topraklarına ayak basacağım.
Stella bir an bile çıkmayacak aklımdan.
Geceleri uykunun uğramadığı yatağımda, biricik aşkıma sahip çıkamadığım için acımı, pişmanlığımı anlatacağım tavandaki hayaline…
Peki, ya sonra?
Birinci Bölüm
“Bütün büyük edebi eserler iki öyküden biridir; bir adam yola düzülür ya da bir yabancı kente gelir.” Lev Tolstoy
7 Eylül 2017, Perşembe
Saat 08.45 ... İstanbul.
Sabiha Gökçen Havalimanı, iç hatlar terminali.
Tek başına bir adam…
Zihninde dönüp duran eski bir şarkı…
“Biraz kül biraz duman... O benim işte…”
Kaç gün sürecek bu yolculuk, kim bilebilir?
Tek bildiğim, geçmişte yaptığım tüm yolculuklardan farklı olduğu.
İçimde kaygıyla karışık bir merak…
Acaba ne olacak, neler bekliyor beni?
Hangi durumda, kime, neye, nasıl tepki vereceğim?
Ya tek başıma kaldığımda, kendimle nasıl baş edeceğim?
Yalnızca kaygılı bir merak da değil…
Ürküyorum resmen.
Bir sis bulutu var sanki içimi karartan, yüreğimi daraltan.
Galiba çok geç kaldım yola düşmekte.
Kim bilir?
Belki de boşa geçmiş yılların utancıdır beni bunaltan.
Sohum…
Yolculuğun son durağı…
En baştan böyle planlamıştım yani.
O aşamada daha cesurdum.
Kararım karardı.
Kendi halinde, sıradan bir yolculuk olmayacaktı bu.
Bütün bir hayat sorgulanacaktı.
Ya da yargılanacak mıydı?
Ama şimdi başka bir soru kemiriyor içimi: Mecbur kalmasaydım kendimde bu cesareti bulabilir miydim? Onu da bilmiyorum.
Geçmişe, belki de gençliğe, duyulan özlemle geleceğe yönelik kaygılar bir bilinmezlik içinde sarmaş dolaş. Ben de atlamışım o çalkantılı nehre, akıntıya kapılmış giderken suyun üstünde kalmaya çabalıyorum var gücümle.
Sohum…
Dile kolay, 2500 yıllık bir şehir o. Abhazya’nın kadim başkenti. Ne çok adı var! Abhazlar Akva, Gürcüler Sohumi, Ruslar Suhum, Batılılar Sukhumi diyorlar ona. Harfler değişse de ne fark eder, o hep aynı yer. Haritada da, gönlümde de... Yarım asır kadar önce doğduğum yer o benim. Elimde sıkı sıkı tuttuğum biniş kartında ise şöyle bir ad yazıyor:
Beslan Korkmaz.
Yarısı Abhazca, yarısı Türkçe.
Yine o eski şarkı gibi…
Biraz Türk, biraz Abhaz, o benim işte…
Birazdan, son bir kez kimliğimi ve biniş kartımı kontrol edecekler. Birazdan… Trabzon’a, ama aslında bir bilinmeze gidecek olan uçağa binmeden önce.
Türkiye’ye göç eden Kafkas ırkları genellikle Türkçe soyadları seçmişler kendilerine. Bazen devletin yasakları yüzünden, bazen de ortama daha rahat ayak uydurabilmek için. İşin ilginci, son yıllarda anavatanlarına dönen Abazalar da, oranın vatandaşlığına geçecekleri zaman geçmişten gelen sülalelerinin adlarını gerçek soyadları olarak geçiriyorlar kayıtlarına.
Yıllar önceydi, Türk vatandaşlığına geçerken kendime yeni bir soyadı seçmem gerekiyordu. İstanbul’da yaşayan büyüklerim “Korkmaz” soyadını almamı önerdiler. Ben de rıza göstermiştim, biraz da onları kırmamak için. Şimdi düşünüyorum da ne yapmıştım ki o soyadını hak edecek geçmişte?
Kimi zaman aile baskısı, kimi zaman da kendi korkularım yüzünden… O cesareti bir türlü bulamamıştım yüreğimde. Her defasında görmezden gelip kaçmıştım.
Kendimden. Geçmişimden. Hayatın gerçeklerinden.
. . .
İşte o tanıdık anons.
Uçak kalkmak üzereymiş.
Şu yarım asırlık hayatımda kim bilir kaçıncı kez!
Bu kez bir otobüs yok bizi kapının önünde bekleyen. Diğer yolcularla birlikte apronda uçağa doğru ilerliyoruz. Genellikle bineceğim uçağın adına bir göz atarım. Eski bir alışkanlık işte. Ancak bu kez kokpitin altındaki gövdede bir ad görünmüyor. Belki de şu çıktığımız merdivenin kenarındaki metal paneller yüzünden. Merak bu ya, kapıda bizi karşılayan hosteslere soruyorum:
“Bu uçağın adı ne, biliyor musunuz?”
“Adı yok” diyor biri.
“Bazı Anadolu Jet uçaklarının adları silindi bu aralar” diye de ekliyor nazikçe, ama kaçamak bir bakışla.
Sanki bir gölge gelip geçiyor yüzümden.
Başımı öne eğip hızla uzaklaşıyorum oradan.
Tıpkı bizim geçmişimiz gibi diyor içimden bir ses.
Birileri gelmiş, tarihten silivermiş adımızı, unvanımızı.
Hatta öz varlığımızı.
‘Kaydedilene kadar hiçbir şey vuku bulmamıştır’ demiş Virginia Woolf. Hiç olmazsa tarihe küçük bir not düşeceğim bu satırlarda. Kaybettiğimiz canları anacağım elimden geldiğince. Anlatmaya çalışacağım bilmeyenlere. Olup bitenleri, daha hayatı tanımadan gömülüp gidenleri… Anlatmaya çalışacağım ‘nisyan ile malûl’ hafızalara…
Tekerlekler pistten havalanırken gözlerimi kapatıyorum.
Uyumaya çalışıyorum biraz.
Sanki becerebilecekmişim gibi…
Ne mümkün!
Göz kapaklarımın içinde aşina bir yüz beliriyor.
Kâh dargın bakan, kâh gülümseyen gözler…
Yüreğim sıkışıyor.
Hemen gözlerimi açıp pencereden dışarı bakıyorum.
Uçsuz bucaksız bir gökyüzü... Masmavi, pırıl pırıl…
O bile bana ölümü hatırlatıyor.