İki ödüllü ZAMAN GEZGİNLERİ dizisi üçüncü romanı PAKTİKA ile yoluna devam ediyor …
Önce bilimkurgu meraklılarının yıllardır yakından takip ettiği Bilimkurgu Kulübü, ZAMAN GEZGİNLERİ dizisinin ilk bölümü olan Kerim ile Sibel adlı romanı “Haftanın Kitabı” seçti. Bir süre sonra da Lagari Bilimkurgu Sitesi tarafından “Ayın Kitabı” ödülüne layık görüldü.
Zaman Gezginleri, günümüzle gelecek arasında gidip gelen bir akış içinde, farklı ortam ve koşullarda yaşanan evrensel insanlık hallerini duyarlı bir yaklaşımla ele alan ve toplumsal yönetim biçimlerini akıl, duygu ve deneyim bağlamında tartışmaya açan bir bilim kurgu dizisidir.
Bu serinin dördüncü ve son bölümü de 2022 yılı son çeyreğinde yayınlanacaktır…
* * *
Zaman Gezginleri 3 – Paktika arka kapak yazısı :
“Yaşayabileceğimiz en güzel şey gizemdir.
O tüm gerçek sanatın ve bilimin kaynağıdır.”
Albert Einstein
“Bakın bakalım, bu rakamlar size bir şeyler hatırlatacak mı?”
Vedat yazılanları eline alıp rakamları okumaya başladı:
“31 49 52 75 – 69 10 25 41”
Ardından ilk önce Amerikalıya, sonra da elindeki kalemle oynamaya başlayan Faik’e, soran gözlerle baktı.
“Yani? Bu rakamlardan hiçbir şey anlamadım, ne diyebilirim ki?”
“Ya Paktika desem?”
“Efendim?”
“Dedim ya işte, Paktika…”
. . .
O geceden sonra hayatının nasıl allak bullak olacağı konusunda en ufak bir fikri dahi yoktu henüz. Siyah Audi’sini metalik gri bir Passat’ın takip ettiğinden habersiz, şirketine, günlük hayatına geri dönüyordu.
Daha doğrusu öyle sanıyordu…
* * *
Romanın Önsözü :
Değerli Okurlarım,
İşte bir kez daha buluştuk sizlerle…
ZAMAN GEZGİNLERİ dizisinin ilk iki romanını okuyanlar hatırlayacaktır. “Kerim ile Sibel” romanı 2009 yılının Mayıs ayında Sibel’in İstanbul’daki bir hastaneyi ziyaret etmesiyle, “Miranda” ise 2010 yılının Aralık ayında Kerim’in İstanbul’daki ofisinde çalışırken kendisine elden bırakılan sarı bir zarf ile başlamıştı.
Peki, neler olmuştu diye soranlarınız olacaktır.
Zaman Gezginleri dizisinde bugüne kadar neler olduğunu anlayıp diziyi takip edebilmek için öncelikle Yeni Dünya’yı biraz daha yakından tanımak, hatırlamak gerekiyor…
Yeni Dünya
Aslına bakılırsa iki binli yılların ilk yarısında bir şekilde kendi içinde uzlaşmayı başaran Kuzey Yarımküre, tarihine yazılmış iki büyük dünya savaşından aldığı dersle silahlarından arınmaya çalışıyordu.
Bir çıkış yolu bulmalarına da ramak kalmıştı.
Ne yazık ki aynı süreçte daha çok zenginleşme ve sanayileşme sevdası yüzünden vahşice tahrip ettikleri doğanın bozulan dengesi; göstere göstere atmosferde yükselen karbondioksit oranı, buna bağlı olarak gittikçe eriyen buzullar, ardından yükselen denizler ve değişen iklim koşullarıyla uğraşırlarken en önemli hususu gözden kaçırmışlardı. Kendileri bencilce, bir o kadar da akılsızca durup dinlenmek bilmeden zenginleşmeye çalışırlarken dünyanın doğal kaynaklarını da teker teker tüketmişlerdi. Bu arada da Kuzeylilere hınçlı, yaşama ümidini hatta inancını yitirmiş, ölesiye kızgın, aç ve sefil insanlarla dolu fakir bir Güney Yarımkürenin varlığını da göz ardı etmişlerdi.
Biriken bu öfkeyi kendi ihtiraslarına alet eden Afrikalı diktatörler 2040 yılında aniden Avustralya kıtasına saldırınca kara bulutlar her yeri kaplamaya başlamıştı. Üzerinde yaşadıkları dünyanın akıbeti, ellerini ovuşturarak bir adım ötede bekliyordu sessizce.
Bir şekilde ellerine geçirdikleri hidrojen bombalarının pimini çekmeyi marifet sanan Güneyliler, Kuzey Yarımkürenin gazabına uğradıklarında ne yazık ki artık çok geçti.
İki hafta boyunca tepelerinde patlayan bombalar Güney Yarımküreyi tam bir cehenneme çevirirken onlar da ellerinde kalan son şeytan oyuncaklarını Kuzey’e yollamayı becerebilmişlerdi. Bir tarafta Mefisto kahkahalarla gülerken, bencil çıkarlar üzerine inşa edilmiş yeni medeniyet düzeni de böylece yok olmuştu.
Radyoaktif serpintiler Güney Yarımkürede canlı hayatı neredeyse tümüyle yok etmiş, gökyüzünde oluşan devasa toz bulutları zaten kötüye giden iklim koşullarını daha da olumsuz etkilemişti. Art arda patlayan hidrojen bombalarının beşik gibi salladığı yerkürede yaşanan ölümcül depremler ve onları takip eden salgın hastalıklar zaten yeterince can almıştı. Sonraki on beş yılda, önce Kuzey Denizi’ndeki buzulların, ardından da Antarktika’nın tamamen eriyerek yok olup okyanuslara karışmasıyla, yirmi metreden fazla yükselen sular tüm dünyada doğal yaşamı felce uğratacaktı.
Birbiri ardından taşıp gelen seller, iskambil kâğıtları gibi peş peşe yıkılan barajlar, tümüyle iflas eden enerji kaynakları, sahipsiz kalan nükleer santrallerden yayılan radyasyon dünyayı yüzyıllar süren bir karanlığa gömdü.
Korkulan olmuş, neredeyse her şey sona ermişti…
Birbiriyle iletişimi kopan küçük insan toplulukları en uygun iklim koşullarının olduğu bölgelerde hayatta kalma mücadelesi veren ilkel kabilelere dönüşmüş, çok uzak bir geçmişte yaşamış ataları yani mağara adamları gibi güç koşullara adapte olamayan yeni insan nesli de neredeyse tümüyle yeryüzünden silinmişti.
Geride kalan az sayıdaki homosapiens kendi düzenlerini yeniden kuruncaya kadar aradan bin yıl daha geçmesi gerekecekti…
Oluşan yeni iklim koşullarında Kuzey Yarımkürede ellinci enlemin üstü fevkalade soğuk geçen kışlar nedeniyle yaşanmaz hâlde, otuz beşinci enlemin güneyinde ise yazlar insan ırkının tahammül edemeyeceği derecede kavurucuydu.
Ziraat yapmaya elverişli toprakların ve su kaynaklarının olduğu sınırlı coğrafyalara sıkışan yirmi milyon civarında insan kendilerine emanet edilen doğanın yeniden hayata dönmesini beklemeye başladılar. Sibel’i yetiştiren nesiller insan sayısını bilinçli olarak çok sınırlı tutmuşlardı. Eski tüketim alışkanlıklarına geri dönmeden, çok eski çağlarda yaşamış kadim göçebe kavimlerden kendilerine miras kalan geleneklere uygun biçimde yaşamaya çalışıyorlardı.
Geçmişe kıyasla neredeyse yirmi metreyi aşkın bir seviyeye yükselmiş olan denizler, aradan yüzyıllar geçtikten sonra geri çekilmeye, sular insanlığın eskiden tanık olduğu seviyelere inmeye başlamıştı. Buna rağmen muson benzeri yağmurlar ve aniden kopup gelen kum fırtınaları toprağa dayalı üretimi engellemeye devam ediyordu. İnsanlar, serin suları, düşük tuz oranı ve dünya denizleriyle sınırlı bağlantısı ile ideal bir kültür ortamı sağlayan Karadeniz’de bulmuşlardı çözümü. Karadeniz kıyılarında yürütülen genetik mühendisliğine dayalı yosun üretimi ve deniz mahsulleri besiciliği tüm insanlığın gereksinimini karşılıyordu artık.
Uzakdoğu’da ve diğer coğrafyalarda dağınık küçük topluluklar hâlinde yaşam savaşı veren ender kabile türlerini saymazsak, geriye kalan insanların yaklaşık yarısı şimdiki Kuzey Amerika kıtasında, bugünkü Washington D.C. ve New York arasındaki bölgede, diğer yarısı da İstanbul’un doğusuyla Doğu Anadolu arasında kendilerine uygun birer yaşam alanı inşa edebilmişlerdi.
Sibel’in dünyasında insanlar madenlere ve yeraltı kaynaklarına dayalı yüksek teknolojiyi geliştirmenin uzun vadede yarattığı olumsuz sorunları görmüş, tüm güçlerini genetik mühendisliğine ve öncelikli olarak da insanın kendi ruh ve benlik yapısını geliştirmeye odaklamışlardı.
Esas hedefleri erdemli, kendiyle barışık, sorumluluk sahibi bireylerden kurulu; kastlara, zenginlere, soylulara dayanmayan özgür bir dünya yaratabilmekti.
Ne yazık ki Yeni Dünya’da da her şeyin güllük gülistanlık olmadığını, zaman içinde güç peşinde koşanların güdümünde kapalı ve baskıcı bir yönetimin ortaya çıktığına şahit oldu “Miranda” romanını okuyanlar.
Yeni Dünya’da insan sayısındaki artışı sınırlandırabilmek için neredeyse üç yüz yıldır tüm “doğumlar” kontrollü olarak özel laboratuvarlarda yapılmaktaydı. Özetle, aile müessesesi bir şekilde askıya alınmıştı. Buna karşılık, Sibel’in ve yönetimini yakın gelecekte onunla birlikte devralacak olan genç kuşağın son yıllarda ortaya çıkan yeni bir talebi vardı. Mademki esas amaç doğayı korumak ve yaşatmaktı, öyleyse dünyanın en gizemli mucizesi olan doğal doğumun tarihe karışmış olması, yani kadınların özgürce doğuramamaları, doğal yollarla çocuk sahibi olamamaları bir çelişki değil miydi?
Bu zinciri kırmak isteyen Yeni Dünyalı genç kadınlar erkeklerle ilişkiye girdiklerinde koruyucu kullanmayı bırakıp gebe kalmaya çalıştılar bir süre. Ancak bu niyet olumlu bir sonuç vermiyordu. Acaba sorun erkeklerde miydi, yoksa kadınlarda mı? Mevcut yönetim bu konuda bir çözüm üretmeyip kendilerine yardımcı olmayınca bambaşka bir şey denemeye karar verdi küçük bir grup.
İşte bu deneme için iki cesur kadın, Sibel ve Susan aralarında anlaştılar; bir araştırma yapmak üzere iki aylığına 2009 yılına geldiler zaman tünelini kullanarak. Zaten bir süredir, yani zaman makinesi bir tesadüf eseri icat edildikten sonra, bu tür antropolojik seyahatler düzenleniyordu geçmişe. Tek fark, Sibel ve Susan bu seyahat sırasında her fırsatı değerlendirecek ve o devirde yaşamış olan erkeklerle sevişip döllenmeye çalışacaklardı.
Nitekim, bu kısa süre içinde iki kadın da gebe kalmayı başardı. Susan müstakbel babanın kim olduğunu bile bilmiyor, bilmeye de gerek duymuyordu. Denemiş ve başarmıştı. Sibel ise tesadüfen tanıştığı Kerim ile bir aydan uzun bir süre aşk hayatı yaşamış, onu sevmiş hatta ona derinden bağlanmış ancak görev gereği iki ayın sonunda kendi zamanına geri dönmüştü.
Ancak Yeni Dünya’da olaylar hiç de bu iki cesur kadının umdukları gibi gelişmedi.
İkisinin de gebe kalıp dönmesi gençler arasında heyecan yaratsa da kurulu düzene karşı çıkan bu beklenmedik gelişmeyi kontrol altına almak isteyenler kendi ayrıcalıklarını kaybetmenin korkusuyla bu doğumları engellemeye çalıştılar. Sibel ve Susan ise kendilerine destek olan bir başka grup ve onların lideri Sema Hatun sayesinde doğumları gerçekleştirdiler. Ancak doğurdukları çocuklarının bir yıl sonra ellerinden alınacağı kesinleşince bu cesur girişim başlamadan sona ermiş oldu.
Bu gelişmelerden sonra Sema Hatun ve yardımcılarının desteğiyle hiç unutmadığı eski sevgilisi Kerim’e, yani geçmişe geri döndü Sibel. Bundan böyle, daha çocuk yaşta özel yetenekleri ortaya çıkmaya başlayan kızları Miranda’yla birlikte yirmi birinci asrın İstanbul’unda yaşamaya devam edecekti Kerim ile Sibel…
Bütün bunlar olup biterken dikkatli okurların merak ettiği bir şey daha vardı.
Sibel, Susan ve diğerleri Yeni Dünya’dan geçmiş zamanlara örneğin on beşinci yüzyıla gittiklerinde yanlarında götürdükleri altınlar ve yerli kıyafetler bir süre için varlıklarını orada sürdürebilmelerine yetiyordu. Oysa yirminci yüzyılın ikinci yarısında, özellikle de yirmi birinci yüzyılın başlarında, yani tüm parasal işlemlerinin bilgisayarlarda takip edildiği, insanların ne zaman nereden nereye gittiklerinin, hangi otellerde kaldıklarının izlenebildiği, geçerli bir nüfus kaydı olmadan hareket etmenin neredeyse imkânsızlaştığı yıllara gittiklerinde ne yapıyorlardı?
Örneğin 2009 yılında İstanbul’a giden Sibel kredi kartlarını, nakit paraları, kimlik belgesini, cep telefonunu kim ya da kimler sayesinde temin etmişti?
Zaman Gezginleri öncü diyordu kendilerine yardım eden bu insanlara… Peki, bu görevi yerine getiren “öncüler” kimlerdi?