Hikâyelerin Hikâyesi, İkinci Kitapla Devam Ediyor
Zeynep Şah
Portakal Kitap’ın hikâyelere hayat veren önemli isimlere yer verdiği Hikâyelerin Hikâyesi serisinin ikinci kitabı raflarda yerini aldı. İyi bir okur olmanın hakkıyla yazarların portrelerini kaleme alan Hasan Saraç’la Yazdıklarıyla Yaşayanlar 2 kitabı üzerine keyifli bir söyleşi yaptık.
İlk romanım Çapraz Oyun (2010) yayınlandıktan sonra kendi internet sitemi kurmuştum. Altı ay boyunca her gün Facebook’ta bir yabancı eser hakkında yorum yaptım, sonra da sitemde paylaştım. Aslında nihaî amacım, eserlerini tanıttığım, yorumlamaya çalıştığım bu yazarların hayat hikâyelerini yazmaktı. Tam da o günlerde Edebiyat Haber sitesinin kurucusu Emrah Polat böyle bir teklifte bulundu bana. Bu sayede yaklaşık üç yıl boyunca elliden fazla yazarın hikâyesi Edebiyat Haber sitesinde birer birer yayınlandı ve sitemde yerlerini aldı.
Yaklaşık dört yıl önce de bu portrelerin kitap halinde basılması için hazırlık yapmaya başladım. Daha önce yayınlanan portreleri güncelledim, içeriklerini zenginleştirerek son haline getirdim. Daha önce Kor adlı romanımı yayınlayan Timaş Yayınları’ndan davet alınca da Portakal Kitap ekibiyle birlikte ilk Hikâyelerin Hikâyesi - Yazdıklarıyla Yaşayanlar 1 kitabında yayınlanacak olan yirmi beş yazarı belirledik ve bu eser 2018 yılında okurlarıyla buluştu. Okurlardan gelen olumlu yorumlar bize güç verdi, 2020 yılında da Yazdıklarıyla Yaşayanlar 2 yayınlanmış oldu. Tüm bu çalışmalarda eşim Handan’ın da büyük emeği var, kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum.
Amacım öncelikle klasik portre yazılarından farklı bir yöntem belirlemekti. Yazarların kendi hayatlarının yanı sıra, doğup büyüdükleri ortamı, çevresel ve tarihsel arka planı da yansıtmanın önemli olduğunu düşünüyordum. Olabildiğince bir öykü, hatta bazen bir masal gibi anlatmaya çalıştım o yazarların hayata tutunma çabalarını, yazma tutkularını, karşılaştıkları sorunları, aştıkları engelleri. Hangi yazar ve düşünürlerden etkilendiklerini belirtmek, yol arkadaşlığı yaptıkları çağdaşlarından söz etmek de gerekiyordu kanımca. Dünya edebiyatına yaptıkları katkıyı vurgulamanın yanı sıra önemli eserlerini kısaca yorumlamak ve onlardan alıntılar yapmak da bu hikâyelerin bir parçası olmalıydı. Özel hayatlarındaki iniş çıkışlar, yaşadıkları dramlar, gizli kalmış özellikleri ile onları sadece ünlü birer yazar değil, birer insan olarak da ele alıp hikâyelerini bu yaklaşımla anlatmaya çalıştım.
Sonuç olarak bu kitap okurların söz konusu yazarlar hakkında başvurabilecekleri farklı bir kaynak olabilmişse, benim açımdan amacına ulaşmış demektir.
Ben yazmaya başladıktan sonra sürekli olarak edebiyata damga vurmuş değerli yazarların “yazma sanatı” hakkındaki görüşlerini öğrenmeye çalıştım. Kendileriyle yapılan söyleşiler, bu konuyu ele alan eserleri, otobiyografileri sayesinde bilmediğim pek çok şey öğrendim onlardan. Öğrenmenin sonu yoktur elbette, bu yazar hikâyelerini son kez basıma hazırlarken de öğrenmeye devam ettim. Esas itibariyle yazarlar da birer insan. Kişisel özellikleri, karşılaştıkları sorunlar, çektikleri acılar, diğer insanlardan çok da farklı değil. Onları usta yazar yapan en büyük özellikleri, çoğu kez olağanüstü bir hayal gücüyle beslenen yetenekleri ve çıktıkları yolda tutku, inat ve sabırla yılmadan yürüyebilmeleri.
Okumaktan keyif aldığım bütün yazarların kendine has bir üslubu, yazıya bakış açısı, yorum tarzı var. Bence onlardan birini taklit etmek ya da onlardan çok fazla esinlenmek kendi hayal gücümüzü köreltip bizi özgünlükten uzaklaştırabilir. Ama yazma rutini olarak, programlı, disiplinli ve her koşulda sürekli yazmaya çalışan yazarlara yakın hissediyorum kendimi.
Hikâyesi yazılabilecek daha yüzlerce değerli yazar var elbette. Ancak benim şahsen severek okuduğum (bazı hallerde tüm eserlerini okuduğum) yazarlara öncelik vermeye çalıştım bu iki kitapta. Eğer Hikâyelerin Hikâyesi devam edecek olursa, sanırım sıra gençlik yıllarımdan itibaren uğruna müze müze dolaştığım, eserlerine hayran olduğum ressamlara gelecek.
Evet, beni epeydir meşgul eden bir çalışma var masamda. Roman değil de, uzun zamandır hayal ettiğim başka bir şey. Babamın ilginç yaşamını, onunla olan ilişkilerimi, hayat hakkındaki düşüncelerimi, arka planda ülkemizin son altmış yıllık geçmişi ile birlikte kaleme almak istiyordum. Bir nevi otobiyografik bir çalışma.
Beş aydır Babam ve Ben adını verdiğim bu kitap üzerinde çalışıyorum. İki dedem de Urfalıdır, babamın ailesinde altı kuşak geriye gidebiliyoruz. Hatta bize hayat veren beş kuşağın mensuplarından pek çoğu aynı mezarlıkta yatıyor. Daha önce birçok kez ziyaret etmiş olsam da bu kitabın yazımı sürerken Urfa’ya bir kez daha gitmek istiyordum. Böylece benimle aynı soyadını taşıyan birkaç akrabam ile vakit geçirebilecek, daha önce gitmediğim yerleri gezip notlar alabilecektim. Hatta Nisan ayına uçak biletimi bile almıştım. Tüm dünyayı kapana kıstıran, evlere hapseden, hayli de can alan bu sıkıntılı dönemde ziyaretimi belirsiz bir süre ertelemek zorunda kaldım. Yakın gelecekte olumlu gelişmeler olabilirse bu yılın sonuna kadar kitabın ilk taslağını bitirebileceğimi düşünüyorum.
Çocuk yaşlardan beri okumaktan çok zevk alır, elime geçen her şeyi oburca okurken zamanı unutur, farklı dünyalarda kaybolur giderdim. O zaman farkında değildim ama benim için bir bakıma yazmanın ilk adımıydı belki okumak. Ülkemizde yabancı dilde eserlerin satılmadığı, tercümelerin ise pek az sayıda olduğu bir dönemde büyüdük biz. Daha sonra, yetmişli yıllarda sık sık yurt dışına çıkıyor en çok da İngiltere’ye gidiyordum işim nedeniyle. Bu seyahatlerin hafta sonlarını oralarda geçirir, çok katlı kitapevlerinde bir nevi safariye çıkar, daha önce hiç tanımadığım yazarlar keşfetmeye çalışırdım. Böylece dünya edebiyatının zenginliği ve derinliği ile tanışma fırsatım oldu. Her şeyde olduğu gibi okur olarak da bir süre sonra daha seçici olmaya başlıyorsunuz. Tercihleriniz ve zevkleriniz değişiyor, farklı türden eserler okumaya başlıyorsunuz. Örneğin, bir dönem yalnızca biyografik ve otobiyografik eserler okudum birbiri ardına. Son olarak da kendimi iş hayatından emekli edip, okumayı düşlediğim hikâyeleri kendim yazmaya başladım. Elbette okumaya da devam ediyorum ama bir şeyler yazıyor olmak beni hayata daha çok bağlıyor.
Virginia Woolf yaşadığı dönemin toplumsal çerçevesinde, özellikle de kadın yazarlar için bu iki koşulu ön plana çıkarmış haklı olarak. Ancak Yazdıklarıyla Yaşayanlar’da yer alan hikâyelere bakarsanız, yazarlık konusunda hiçbir altyapısı olmayan, çocukluklarını ve gençlik yıllarını sefalet içinde geçirmiş, iki farklı işte çalışırken ancak gece yarıları kalemi eline alabilmiş pek çok yazarla karşılaşıyorsunuz. Sıradan yazarlardan değil, Nobelli yazarlardan bahsediyorum. Bana kalırsa tutku, sebat, üretkenlik, yetenek ve şanstan oluşan bir beşli karar veriyor kimin daha başarılı bir yazar olacağına.
Daha önce de bahsettiğim gibi bazı yazarlar kendi hayatlarından örnekler vererek bu uzun maratonun, yani yazarlığın nasıl bir şey olduğunu çok güzel bir dille anlatmışlar eserlerinde. Bir yandan yazmaya devam ederken, bir yandan da o yoldan zaten geçmiş olan kişilerden çok şey öğrenebileceklerini düşünüyorum.
Günümüzde yazar olmak isteyenler için ortam çok uygun. Bloglarını paylaşabilecekleri, öykülerini, denemelerini yayınlayabilecekleri pek çok internet sitesi var. Ortak projeler yapabiliyor, iletişimlerini kolayca sürdürebiliyorlar. Yayınevi sayıları da yazar adayları gibi sürekli artıyor ülkemizde. Bu gelişim aynı zamanda rekabetin de çetin olacağını gösteriyor bize. Yeteneğine güvenen, tutkuyla yoluna devam eden adayların şansı daha çok olacaktır.
İlk olarak Stephen King’in Yazma Sanatı (Altın Kitaplar) adlı kitabı geliyor aklıma. Söyleşilerinden çok yararlandığım Paris Review dergisinden dokuz paylaşım içeren Yazarın Odası (Timaş Yayınları) ve Orhan Pamuk’un bir dönem Harvard Üniversitesi’nde verdiği derslerin ana temasını oluşturan görüşlerini kaleme aldığı Saf ve Düşünceli Romancı (İletişim Yayınları) adlı eserleri de önerebilirim.
NOT: Bu söyleşi 20 Mayıs 2020 tarihinde www.edebiyathaber.net sitesinde yayınlanmıştır.