James Joyce,james,joyce

James Joyce

"Düş İçinde Düşler… Dil İçinde Diller… Bilinçaltında Gelgitler…"

 

“Ben her zaman Dublin hakkında yazarım, çünkü Dublin’in kalbine inebilirsem, dünyanın bütün şehirlerinin kalbine inebilirim. Evrensel, özelin içindedir.”

 

Kraliçe Victoria kırk beş yıldır iktidardadır. Onun zamanında İngiltere Krallığı üzerinde güneş batmayan bir imparatorluğa dönüşürken, Londra ve çevresinde yaşayan soylu ve seçkin kesimlerle yoksulların yaşam koşulları arasında öteden beri var olan uçurum daha da derinleşmiştir.

İşte o incelikten ve kültürden yoksun “barbar” ülkenin başkenti Dublin’in birkaç kilometre güneyindeki Rathgar köyünde yaşayan orta halli bir aile, 2 Şubat 1882 günü ilk oğullarına kavuşur… John Stanislaus Joyce, ilk doğan oğluna James adını koyar.

Kırk yıl sonra Ulysses adlı eseriyle edebiyat dünyasının dengesini bozacak olan James, bu ünlü başyapıtında “Başlar yukarı! Bayrağı gönderde tut! Gümüş zeminde dalgalanan kızıl kartal” sözleriyle babasına alkış tutar… James’in yeteneklerini küçük yaşta fark eden baba, onu kardeşleri gibi manastır okullarına göndermeyip kendi haline bırakır.

James on altı yaşına geldiğinde Dublin University College’a kaydolur ve İngilizce, Fransızca, İtalyanca dallarında öğrenim görmeye başlar. O günlerde ülke çapında üniversitelerin hazırlık sınıflarında okuyan öğrenciler arasında yapılan bir yarışmaya katılan James, birincilik ödülü olarak kazandığı bursla, maddi sorunları bitmeyen ailesine de bir ölçüde destek olur.

“Sanatçının amacı güzeli yaratmaktır. Güzelin ne olduğu ise başka bir meseledir.”

James yirmi yaşındayken o güne kadarki hayatının en büyük sarsıntısını yaşayacaktır. Çok sevdiği erkek kardeşi George’un tifoya yakalanıp ölmesi onu derinden yaralayacak, acısını günlüğüne yazdığı sade sözcüklerin ardına gizleyecektir:

“Hepsi uyuyor. Şimdi yukarı çıkacağım… Yatağımda, dün gece benim uzandığım yerde yatıyor: üstüne bir çarşaf örttüler, gözlerini parayla kapattılar… Zavallı çocukcağız! Birlikte ne gülerdik -– nasıl da tazecikti bedeni…”

James, üniversiteye kaydolma zamanı geldiğinde Paris’te tıp öğrenimi görmeye karar verir.  Ancak babasının başı yeniden derde girince tıp fakültesinde bir yıl okuduktan sonra ara verecek, bir daha da üniversiteye geri dönemeyecektir. Sonraları, Paris’te geçirdiği ilk günleri şöyle anlatır Ulysses’te:

“Paris sabah mahmurluğunda, limonsarısı sokaklarda hoyrat güneş ışığı. Dumanı üstünde ayçörekleri, kurbağayeşili pelinler, Paris’in sabah buhuru havayla cilveleşmekte…”

Gözünü bir türlü ayıramadığı kızın adı Nora’dır, ilkokul mezunudur ve bir otelde oda temizliği yapmaktadır. Önce sokak ortasında konuşmaya başlarlar, ardından dört gün sonra buluşmak üzere sözleşirler. Ancak Nora Barnacle sözünü tutmaz ve randevuya gelmez. James şöyle bir not gönderir genç kıza:

 

15 Haziran 1904

“Bir ihtimal kör olabilirim. Uzun süre kızıl-kahve bir saça baktım ve sen olmadığına karar verdim. Eve hayli mahzun gittim. Bir randevu isteyebilirdim ama senin için uygun olmayabilirdi. Umarım sen bana bir randevu vermek nezaketinde bulunursun, eğer beni unutmadıysan!”

Ve bir gün sonra, Nora’dan gelen not üzerine buluşurlar. James’in hayali Nora’nın yalnızca karısı olması değildir. O genç kız, genç adamın kendi sözcükleriyle, “James’in Kraliçesi” hatta “Tanrıçası” olmalıdır. Nitekim ünlü eseri Ulysses’i, Nora’yla ilk buluştuğu gün başlayarak kaleme alacaktır.

“Bir sanat eseri hakkındaki en önemli soru, onun ne derinlikte bir hayatın içinden fışkırdığıdır.”

Nihayet uzun zamandır yazdığı kısa öyküleri bir kitapta toplamaya karar verir Joyce. Bir iddiaya göre, adını Dublinliler koyduğu bu kitap aslında İrlanda’yı “parasızlıktan kendi yavrularını yemiş yaşlı bir domuz” olarak tasvir etmektedir. Hatta yazar kendisini de sofraya süs niyetine yerleştirilmiş, bir lokmada öğütülecek çocuklardan biri olarak görmektedir. İşte ülkesini amansızca hicvettiği bu eser yirmi iki yayıncı tarafından reddedilir, hatta biri tarafından yakılır.

“Hayat kötü bir kitap okumak için çok kısadır.”

Sıra yazarın başyapıtına gelmiştir. Joyce aslında yirmi beş yaşından itibaren Ulysses’i yazmak için planlar yapmaya başlamıştır. Bu eser Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’nin bir üst versiyonu, bir başka deyişle daha radikal biçimde kaleme alınmış hali olacaktır. Aynı zamanda da, Ulysses ile zirveye çıkan ve Joyce’u ‘bilinç akışı’ tekniğinin yaratıcısı ve öncüsü konumuna yerleştiren iç monologlar, esere farklı bir boyut kazandıracaktır. Ulysses’de anlatılan sahneler gerçeğe o kadar yakındır ki, okurlar neyin gerçekten yaşanmış, neyin yalnızca hayal edilmiş olduğunu anlamakta zorluk çekerler.

Bütün bu olumlu gelişmelere rağmen ilk baskının yapılması hayli zaman alır. 1922 yılında ilk basımı tamamlanan kitaplardan ikisini Dublin’de yaşayan babasına ve Nora’nın annesine gönderir Joyce. Kayınvalidesi Mrs. Murray elinde tuttuğu kitaptan utanarak kimse görmesin diye onu bir dolaba saklar. Babası ise kitaba bir göz attıktan sonra James’in kız kardeşlerinden birine “ağabeyin çok âlem bir çocuk, daha doğrusu rezilin teki” diyecektir. Bazı eleştirmenler kitabı pencereden dışarı fırlatmayı düşünür, onun delirmiş bir dâhi olduğunu iddia eder, bazıları da eseri “bastırılmış duyguların dışavurumu” gibi havalı ifadelerle yermeyi tercih ederler.   

Yıllardır gözlerinden rahatsızdır Joyce. Durum dayanılmaz hale gelince ameliyatlar başlar ama bir türlü olumlu sonuç alınamaz. Dokuzuncu ameliyattan sonra Joyce pes eder, acı çekmektedir ve sol gözü neredeyse tamamen kör olmuştur. Yazılarını mecburen büyük harflerle yazmaya başlar. Giderek sağırlaşan büyük besteci Beethoven gibi, o da giderek körleşen bir yazardır artık.

James Joyce halen Zürih’teki Fluntern Mezarlığı’nda, üzerinde ünlü heykeltıraş Milton Hebald’ın onu elinde bir kitapla oturmuş mezar taşına bakarken gösteren heykeliyle, ebedî uykusundadır. Belki sağlığında hayal etmiş olduğu ölüm tam da böyle bir ölümdür:

“Büyük bir tutkunun ışığıyla cesurca öbür dünyaya göçmek, ilerleyen yaşın kederiyle solup giderek unutulmaktan daha iyidir.”

 

* * *

 

        James Joyce’un sözlerinden birkaç alıntı, hayatından birkaç kesit... hikâyesinin bütünü 2019 yılının ikinci yarısında yayınlanacak olan Yazdıklarıyla Yaşayanlar 2 adlı eserde yer alacak.  

 

2018 yılının Nisan ayında yayınlanan Yazdıklarıyla Yaşayanlar’ın arka kapağından…

 

Öldükten sonra tüm yazdıklarının yakılmasını isteyen Kafka…

En büyük zaafı kumardan kaçıp Kumarbaz’ı yazan Dostoyevski…

Varlığına delil ararken elinde kalem bulan Camus…

Bir savaşın ortasında tüm coşkusuyla yurtsuz kalan Stefan Zweig…

Ve daha birçok yazarın o hep bilmek istediğimiz hikâyeleri…

Yazdıklarıyla Yaşayanlar ruhumuza dokunan büyük yazarların, eserleriyle iç içe geçmiş hayatlarını anlatıyor. Hasan Saraç, okuma serüveninde yazarlarla kurduğu dostluğa okurlarını da dâhil ediyor.

Altını çizdiğimiz cümlelerin sahiplerini yakından tanımak, hikâyelerinin hikâyesini dinlemek ve yazarların hayatlarına şahit olmak için Yazdıklarıyla Yaşayanlar bir başucu kitabı.

 

Kitabın Önsözü

Ne kadar yetenekli, değerli, ünlü olurlarsa olsunlar, insan olarak yazarlar hemcinslerinden pek de farklı değildir.

Onlar da tüm insanlar gibi doğar, büyür, hayal kurar, paylarına düşen sevgi, öfke, aşk ve acıları yaşarlar. Hayatları doğal nedenlerle, dış etkilerle ya da kendi kararlarıyla son bulur.

Ama onları diğer fanilerden ayıran sınırsız bir tutku vardır. Yazma, yaratma ve yazdıklarını olabildiğince geniş kitlelerle paylaşma tutkusu. Bunun dışında kişilikleri, hayat tarzları, fikirleri, tercihleri birbirlerinden çok farklıdır. Esin kaynakları, konuları, hatta teknikleri bile…

Bizim onlara duyduğumuz saygı ve hayranlığın nedeni ise kişisel görüşleri, inançları ve tercihlerinden ziyade edebiyat dünyamıza, hayal âlemimize yaptıkları katkılar değil midir? Romanlarının, hikâyelerinin yani tüm yazdıklarının sihriyle yaşamazlar mı kalbimizde?

Yazma sanatına kattıkları değer, harcadıkları emek elbette tartışılmaz. Kimi yazarlar bu noktaya yetenekleri sayesinde geldiklerini düşünür. Kimileri de yetenek yüzde bir ise, geri kalan yüzde doksan dokuzun sabırla, azimle yılmadan çalışmak, yazmakla yaşamayı özdeşleştirmek olduğuna inanır.

Yani yazma sanatı konusunda da farklıdır düşünceleri.

Ve her yazarın farklı bir hikâyesi vardır. Doğdukları yerler, aileleri, gittikleri okullar, ilk yazdıkları şiirler, öyküler, ilk sevgilileri… Yazma tutkusunun yüreklerinde nasıl kök salıp yeşerdiği… Hepsi bu hikâyenin kilometre taşları, dönüm noktalarıdır. Ardından eserler ortaya çıkar birer birer. Heyecanlar, sevinçler, düş kırıklıkları…

Bir de pek bilinmeyen gizler vardır yaşamlarında.

Onların yazdıklarına ilgi duyanların, nasıl yaşadıklarına da ilgi duyacaklarına inanıyoruz. Hatta sadece nasıl yaşadıklarını değil, yaşarken neler söylediklerini de merak edeceklerini düşünüyoruz.

Yazdıklarıyla ufkumuzu açan, duygu ve düşünce dünyamızı zenginleştiren Türk ve yabancı yazarlar arasından seçtiklerimizin hikâyelerini bulacaksınız bu kitapta. Bu seçimi yapmanın güçlüğünü, edebi eserleri bilimsel kıstaslarla değerlendirmenin olanaksızlığını, kişisel tercihlerin kaçınılmaz rolünü takdir edeceğinize inanıyoruz.

Bu duygularla, sizlere yirmi beş değerli yazarın hikâyesiyle merhaba diyoruz.

Yazdıklarıyla yaşayanların hikâyeleri bitmez.

İleride başka hikâyelerde buluşmak dileğiyle…

 

 

 

 

 

 

 


HASAN SARAÇ'ın

ESERLERİ