"Dertli Bir Coğrafyanın Vicdanlı Kalemi"
“Doğulular, Batı’nın onları geçmiş olduğunu gördüler ama bunun nedenini bir türlü anlamadılar. Bir gün yakasına çiçek iliştirmiş bir Batılı gördüler. Demek buymuş, dediler kendi kendilerine, bunların ileri olmasının nedeni! Biz de yakalarımıza çiçekler takarsak, onları yakalarız. . . Ne zaman anlayacaksınız bilmem, bir yanda temel değerler, bir yanda sıradan modalar olduğunu? Batı’yı taklit etmeyi istemek yetmez; hangi konuda izlenmeyi hak ettiğini, hangi konuda etmediğini de bilmek lazım.”
Botros Maalouf (Amin Maalouf’un dedesi)
Yirminci yüzyılın başlarında, Osmanlı henüz Birinci Dünya Savaşı’na girmeden önce, yani Suriye Osmanlı’nın eyaleti iken, Lübnan Dağı eteklerinde yaşayan Arapların bir kısmı Müslüman, bir kısmı da Hristiyan iken, Meşrah adında bir köy varmış orada. Sarp patikaları olan bu küçük köyde hiçbir evin gölgesi bir diğerinin üzerine düşmezmiş. Maalouf’lar namıyla bilinen büyük bir aile yaşarmış o köyde. Osmanlı parçalanmaya yüz tutunca, asırlık Maalouf ailesi de dünyanın dört bir yanına dağılmış birer ikişer. Maalouf’ların bir kolu da 1935 yılında Beyrut’a yerleşmiş.
…
1949 yılının 25 Şubat günü sabahı bir erkek çocuğu olur… Amin Beyrut’ta büyür, çocukluğu, ilk gençliği bu şehirde geçer. Eğitim hayatı, koyu bir Katolik olan annesinin ısrarı üzerine, Cizvit papazlarının yönettiği bir okulda başlar. Yükseköğrenim çağına gelince de Beyrut’taki Saint-Joseph Üniversitesi’nde sosyoloji okur. Büyüyüp olgunlaştıkça, yaşadığı topraklarda olan biteni gözlemleyip bilinçlendikçe, bu dünyada yaşananlar üzerinde düşündükçe, insanlara olan güveni usulca azalmaya başlar.
"Ölümle ittifak yapan hiçbir dava haklı olamaz."
…
Hristiyanların, Şiilerin ve Sünnilerin birbirleriyle kıyasıya savaşa tutuşmasına neden olan ilk katliam, 1975 yılında Amin Maalouf’un yaşadığı evin hemen önünde vuku bulur. Yirmi yıl sonra Doğu’nun Limanları adlı romana ilham kaynağı olacak bu iç savaş, Maalouf ailesi için bir yıkım demektir.
“Öyle bir an gelir ki tüm kararlar kötüdür; sorun, sonradan en az pişman olacağın kararı bulup seçmektir!”
Beyrut’ta yaşayan akrabalarıyla birlikte dedelerinin göçtüğü topraklara sığınan Amin Maalouf, çatışmaların yıllarca süreceğini anlayınca Fransa’ya gitmeye karar verir. Bu kararını hayata geçirdikten sonra da ilk fırsatta ailesini yanına alır. Bir keresinde, “Bazen düşünüyorum da benim Beyrut’tan Paris’e gidişim, babamın köyünden Beyrut’a gidişinden daha kolay oldu” diyecektir yakın dostlarına.
Maalouf bir yandan yayıncılık uğraşını sürdürürken, bir yandan da Doğu ve Batı dünyası arasındaki farkların nedenlerini araştırmakta, bu kültürlerin ve yaşam biçimlerinin olumlu olumsuz yönleri üzerinde kafa yormaktadır. O güne kadar yalnızca Batılıların gözünden incelenmiş olan Haçlı Seferlerini bu kez de Arapça kaynaklardan araştırmaya karar verir. Barış isteniyorsa, bir çatışmanın farklı taraflarının görüşlerini anlamak gerekmez mi? Maalouf tam da bunu yapar. Yaklaşık iki yüz yıl süren savaşların Müslümanlar tarafından algılanışına odaklanan bir incelemenin çarpıcı sonuçlarını yansıtmasıyla, zaman içinde bir klasiğe dönüşen ve pek çok dile çevrilen Arapların Gözünden Haçlı Seferleri (1983) onu uluslararası bir üne kavuşturur.
…
Artık sürgün, kültürel melezlik, kimlik ve aile kökleri gibi konuların irdelendiği, tarihi içerik ile sürükleyici hikâyelerin iç içe aktığı, savaşlarla aşkların birbirine karıştığı eserler birbiri ardından okurlarıyla buluşmaya başlayacaktır.
Yazarın bir sonraki eseri ise Semerkant (1988) olacaktır. Hayyam’dan Haşhaşilere, Selçuklulardan Osmanlı’ya, on ikinci yüzyıldan yirminci yüzyıla uzanan; Semerkant’tan İstanbul’a, İstanbul’dan Paris’e ve hatta Amerika’ya yayılan; adeta tüm zamanları ve coğrafyaları kapsayan bu roman, Amin Maalouf’un başyapıtı olarak nitelenebilir.
…
“Bir araştırmacının yeni bir tutkuya kapıldığı an, kutsanmış bir andır” der Amin Maalouf. Yine böyle bir tutkuya kapılıp kalemi eline almasıyla Ölümcül Kimlikler (1998) çıkar gün yüzüne. Yazar “Bütün bir kimliği, öfkeyle ilan edilen tek bir aidiyete indirgeyen o dar, sığ, yobaz, kolaycı yaklaşıma” savaş açar daha kitabın ilk sayfalarında. Kimliğin, aslında bireyleri başkalarından farklı, özgün kılan şeylerden oluştuğunu vurgular sürekli. Verdiği mesaj ise değerli bir derstir insanlara: “Başkalarını çoğu zaman en dar aidiyetleri içine sıkıştıran bizim bakışımız ve onları özgür kılacak olan da yine bizim bakışımız.”
…
Fransız Akademisi’nin üyelerinden Claude Levi-Straus’un ölümüyle boşalan koltuğa Amin Maalouf seçilir. 14 Haziran 2012 günü yeni görevine başlayan Maalouf’u akademi üyelerine şu sözlerle tanıtır yazarın yakın dostu Jean-Christophe Rufin:
“Siz dünyayı keşfe çıkıp, Batı uygarlıklarının güçlü ve zayıf yanlarıyla tanışan Doğu’lu insanların izlediği yolu inceliyorsunuz. . . Dünyayı dolaştıktan sonra yerleşik bir yaşamı seçtiğinizi, ister bir partiyi destekleme konusunda olsun, ister güncel olayları sıcağı sıcağına yorumlama konusunda, siyasete doğrudan karışmaktan kaçındığınızı da biliyoruz. . . Son olarak da Atlas Okyanusu’ndaki bir adada dingin bir yaşamı dünyanın ve Paris’in çalkantılarına yeğ tuttuğunuzu söylüyorlar…”
* * *
Amin Maalouf’un sözlerinden birkaç alıntı, hayatından birkaç kesit...
Hikâyesinin bütünü 2019 yılının ikinci yarısında yayınlanacak olan Yazdıklarıyla Yaşayanlar 2 adlı eserde yer alacak.
2018 yılının Nisan ayında yayınlanan Yazdıklarıyla Yaşayanlar’ın arka kapağından…
Öldükten sonra tüm yazdıklarının yakılmasını isteyen Kafka…
En büyük zaafı kumardan kaçıp Kumarbaz’ı yazan Dostoyevski…
Varlığına delil ararken elinde kalem bulan Camus…
Bir savaşın ortasında tüm coşkusuyla yurtsuz kalan Stefan Zweig…
Ve daha birçok yazarın o hep bilmek istediğimiz hikâyeleri…
Yazdıklarıyla Yaşayanlar ruhumuza dokunan büyük yazarların, eserleriyle iç içe geçmiş hayatlarını anlatıyor. Hasan Saraç, okuma serüveninde yazarlarla kurduğu dostluğa okurlarını da dâhil ediyor.
Altını çizdiğimiz cümlelerin sahiplerini yakından tanımak, hikâyelerinin hikâyesini dinlemek ve yazarların hayatlarına şahit olmak için Yazdıklarıyla Yaşayanlar bir başucu kitabı.
Kitabın Önsözü
Ne kadar yetenekli, değerli, ünlü olurlarsa olsunlar, insan olarak yazarlar hemcinslerinden pek de farklı değildir.
Onlar da tüm insanlar gibi doğar, büyür, hayal kurar, paylarına düşen sevgi, öfke, aşk ve acıları yaşarlar. Hayatları doğal nedenlerle, dış etkilerle ya da kendi kararlarıyla son bulur.
Ama onları diğer fanilerden ayıran sınırsız bir tutku vardır. Yazma, yaratma ve yazdıklarını olabildiğince geniş kitlelerle paylaşma tutkusu. Bunun dışında kişilikleri, hayat tarzları, fikirleri, tercihleri birbirlerinden çok farklıdır. Esin kaynakları, konuları, hatta teknikleri bile…
Bizim onlara duyduğumuz saygı ve hayranlığın nedeni ise kişisel görüşleri, inançları ve tercihlerinden ziyade edebiyat dünyamıza, hayal âlemimize yaptıkları katkılar değil midir? Romanlarının, hikâyelerinin yani tüm yazdıklarının sihriyle yaşamazlar mı kalbimizde?
Yazma sanatına kattıkları değer, harcadıkları emek elbette tartışılmaz. Kimi yazarlar bu noktaya yetenekleri sayesinde geldiklerini düşünür. Kimileri de yetenek yüzde bir ise, geri kalan yüzde doksan dokuzun sabırla, azimle yılmadan çalışmak, yazmakla yaşamayı özdeşleştirmek olduğuna inanır.
Yani yazma sanatı konusunda da farklıdır düşünceleri.
Ve her yazarın farklı bir hikâyesi vardır. Doğdukları yerler, aileleri, gittikleri okullar, ilk yazdıkları şiirler, öyküler, ilk sevgilileri… Yazma tutkusunun yüreklerinde nasıl kök salıp yeşerdiği… Hepsi bu hikâyenin kilometre taşları, dönüm noktalarıdır. Ardından eserler ortaya çıkar birer birer. Heyecanlar, sevinçler, düş kırıklıkları…
Bir de pek bilinmeyen gizler vardır yaşamlarında.
Onların yazdıklarına ilgi duyanların, nasıl yaşadıklarına da ilgi duyacaklarına inanıyoruz. Hatta sadece nasıl yaşadıklarını değil, yaşarken neler söylediklerini de merak edeceklerini düşünüyoruz.
Yazdıklarıyla ufkumuzu açan, duygu ve düşünce dünyamızı zenginleştiren Türk ve yabancı yazarlar arasından seçtiklerimizin hikâyelerini bulacaksınız bu kitapta. Bu seçimi yapmanın güçlüğünü, edebi eserleri bilimsel kıstaslarla değerlendirmenin olanaksızlığını, kişisel tercihlerin kaçınılmaz rolünü takdir edeceğinize inanıyoruz.
Bu duygularla, sizlere yirmi beş değerli yazarın hikâyesiyle merhaba diyoruz.
Yazdıklarıyla yaşayanların hikâyeleri bitmez.
İleride başka hikâyelerde buluşmak dileğiyle…
Eğer ölüm kaçınılmaz olmasaydı insan bütün yaşamını ondan uzak durmaya adayacaktı. Hiçbir tehlikeyi göze almayacak, hiçbir girişimde bulunmayacak, hiç bir işe el atmayacak, yeni bir şey bulmayacak, yeni bir şey yapmayacaktı. Yaşam sürekli bir uyuşukluk olacaktı.
“Hayat insanı usandıracak kadar uzun değildir.”
** Biz bu dünyada davetli takımından değiliz, bu dünyaya ait olduğumuz kadar, dünya da bize ait. Geçmişi de geleceği de bize ait.
. Ancak 2004 yılında yayınlanan Yolların Başlangıcı, birebir büyükbabası Botros ve Küba’ya gidip servet kazanan kardeşi Cebrail’in yaşamını konu alıyor. Belki de en önemli eseri. Geçmişine ve yaşanmışlığa bir ılık tutuyor büyük bir özenle. Doğu’da azınlıklara biçilen alınyazısına, Batı da ise göçmenlere reva görülen kötü muameleye isyan ediyor yazar.