"Ağlanacak Hallerimize Güldüren ‘Küçük Dev Adam’"
“Bana göre gülmece bir araç, düşünmek amaçtır. Gülmecelerimle şunu söylemek istiyorum (…) Adaletsizlikten, çirkinlikten kurtulmak için, başta kendimiz olmak üzere, çevremizi, toplumumuzu, dünyamızı değiştirme özlem ve isteği yaratmaktır amacım.”
Birinci Dünya Savaşı’nın en zorlu günlerinde, 20 Aralık 1915 günü İstanbul’un yazlıklarıyla ünlü Heybeliada'sında bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Babası, Giresun'un Şebinkarahisar ilçesinden İstanbul’a göç eden bahçıvan Abdülaziz Bey, annesi ise Ordu’nun Perşembe ilçesinden evlatlık olarak İstanbul’a gelmiş bir Anadolu kadını olan Hanife Hanım’dır. Abdülaziz Bey zor koşullarda doğan oğluna Mehmet Nusret adını koyar.
…
Yatılı okullarda okuduğu için evinden uzun süre uzak kalan Mehmet, adını Aziz olarak değiştirip yazar olarak hayata atıldıktan sonra, neden bilinmez, iki kardeşin ilişkileri sona erer. Saadet Hanım hayatı boyunca hiç evlenmez ve bütün ömrünü Beyazıt’taki küçük bir evde geçirir. Bir rivayete göre ağabeyi onu hiç ziyarete gelmez, bu yüzden olsa gerek, aralarındaki kan bağını da çevresindekiler pek bilmez.
İlkokuldan sonra Darüşşafaka Lisesi’nde iki yıl okur Mehmet Nusret. Ancak devamsızlık yüzünden oradan ayrılmak zorunda kalınca yirmi yaşında Kuleli Askeri Lisesi’ne kaydolur. Önce askeri liseyi ardından Kara Harp Okulu’nu bitirip üsteğmen rütbesiyle orduya katılır. Soyadı devriminden sonra da “Nesin” soyadını alır.
…
Genç üsteğmen, 1939 yılının son gününde yeni tanıştığı Vedia adında genç ve güzel bir kızla evlenir. Mehmet Nusret’le Vedia, iki yıl arayla dünyaya gelen çocuklarına Oya ve Ateş adlarını verirler.
…
Mehmet Nusret, Aziz Nesin adını kullansa da askeri istihbaratın dikkatini çekmiştir bir kere. Bundan böyle derin devletin kurumları Aziz’in peşini bırakmayacak, her fırsatta ondan kuşkulanmaya devam edecektir. Zaten iki yıla kalmadan "görev ve yetkisini kötüye kullandığı" gerekçesiyle askerlikten uzaklaştırılır.
…
Ordudan atılınca işsiz kalan Aziz, ilk olarak Sedat Simavi’nin çıkarttığı bir dergide redaktörlük ve yazarlık yapmaya başlar. Bunu farklı yayın organlarındaki görevleri izler. 1946 yılında, genel yayın yönetmenliğini Sabahattin Ali’nin yaptığı “Marko Paşa” adında bir mizah dergisi yayın hayatına başlar. Aziz bu dergideki bir yazısı nedeniyle iki ay hapis yatar, genel yayın yönetmeni sıfatıyla Sabahattin Ali de bu cezadan nasibini alır. Aziz iki yıl sonra da “Nereye Gidiyoruz” başlıklı bir yazı yazar aynı dergi için. Ancak daha dergi basılmadan matbaaya baskın yapılır. Bu kez Aziz, o yayınlanmamış yazı bahane edilerek “yayın yoluyla” suç işlediği gerekçesiyle 10 ay hapis yatar! Ardından da, yaptığı bir çeviri nedeniyle tutuklanıp 16 ay süreyle meşhur Paşakapısı Cezaevi’nde “misafir edilir”.
Aziz Nesin’in yaşadığı en trajikomik suçlama ise 1955 yılında gelir başına. Önce Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evin kundaklandığı haberi çıkar İstanbul’un akşam gazetelerinde. Bu yalan haber kulaktan kulağa yayılır, halk tahrikçiler tarafından kışkırtılır. Bu ibretlik gelişme yetmezmiş gibi günler öncesinden sağdan soldan toparlanan ‘hazır kıtalar’ kamyonlara bindirilip İstanbul’un İstiklâl Caddesi’ne taşınır. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin gayrimüslim vatandaşlarına ait dükkânlar ve binalar iki gün boyunca yakılıp yıkılır, talan edilir. Günümüzde ‘bir derin devlet operasyonu olduğu’ her kesim tarafından kabul gören bu vahşete ‘katkısı bulunduğu’ gibi akla ziyan bir gerekçeyle, Aziz Nesin’e 6 aylık mahkûmiyet cezası verilir.
…
…
Kadın Olan Erkek adlı ilk romanı 1955 yılında yayınlanan Aziz Nesin, hayatı boyunca aralıksız yazmaya, üretmeye devam edecektir.
…
Aziz Nesin 1973 yılında, kendi adını verdiği bir vakıf kurar. Yoksul çocukların bakım ve eğitimlerini üstlenmeyi amaçlayan bu kuruma kaynak yaratmak için de, kitaplarının satışından elde ettiği tüm geliri vakfa bağışlar. Yazarın ölümünden sonra vakfın başına ikinci evliliğinden olan oğlu Matematik Profesörü Ali Nesin geçer.
…
Derin devletle arasını bir türlü düzeltemeyen Aziz Nesin, ancak elli yaşına geldiğinde bir pasaport sahibi olabilir. Bu sınırlı mutluluğu da çok sürmeyecek, bu kez de 1983’de ABD’nin Indiana Üniversitesi'nde düzenlediği uluslararası toplantıya çağrılan Nesin, seyahat hazırlıklarını yaparken ‘sakıncalı bir yazar olması nedeniyle’ pasaportu yeniden elinden alınacaktır.
1993 yılında Sivas’ta ölümle burun buruna gelmesi ise yazarın hayatında yaşadığı en acı trajedi olacaktır. Pir Sultan Abdal etkinliklerine katılmak üzere 1993 yılının Temmuz ayında Sivas’a gider Aziz Nesin. Festivale katılacak diğer sanatçılarla birlikte Madımak Oteli’ne yerleşir. Bu kez Atatürk’ün Selanik’teki evinin kundaklandığı iddiası yoktur ama halkı galeyana getirecek açıklamalar ve Aziz Nesin’in ağzından yapılan ‘yalan yanlış’ haberler yer almaktadır günlük gazetelerde. Askeri araçlara bindirilmiş eli sopalı adamlar İstiklâl Caddesi’ni yerle bir etmezler, onların yerini çember sakallı yobazlar alır.
…
Nazım Hikmet’in 1963 yılında sürgünde ölmesinin ardından cenazesinin Moskova’dan getirilmesini bile yasaklayan zihniyeti anımsatan bir hoyratlıkla, Aziz Nesin öldükten sonra da devlet peşini bırakmaz. Sıradan bir vatandaş gibi naaşı ailesine teslim edilmez. Cenazesi Çeşme Cumhuriyet Savcısı'nın emriyle otopsi yapılmak üzere 6 Temmuz'da İstanbul Çapa Tıp Fakültesi'ne getirilir. 7 Temmuz 1995 günü, vasiyeti gereği hiçbir tören yapılmaksızın ve yeri belli olmayacak şekilde Çatalca'daki Nesin Vakfı'nın bahçesine gömülür.
“Bırak olmasın mezar taşımız, bir okul bahçesine gömsünler bizi, çocuklar koşsun üzerimizde…”
* * *
Aziz Nesin’in sözlerinden birkaç alıntı, hayatından birkaç kesit...
Hikâyesinin bütünü 2019 yılının ikinci yarısında yayınlanacak olan Yazdıklarıyla Yaşayanlar 2 adlı eserde yer alacak.
2018 yılının Nisan ayında yayınlanan Yazdıklarıyla Yaşayanlar’ın arka kapağından…
Öldükten sonra tüm yazdıklarının yakılmasını isteyen Kafka…
En büyük zaafı kumardan kaçıp Kumarbaz’ı yazan Dostoyevski…
Varlığına delil ararken elinde kalem bulan Camus…
Bir savaşın ortasında tüm coşkusuyla yurtsuz kalan Stefan Zweig…
Ve daha birçok yazarın o hep bilmek istediğimiz hikâyeleri…
Yazdıklarıyla Yaşayanlar ruhumuza dokunan büyük yazarların, eserleriyle iç içe geçmiş hayatlarını anlatıyor. Hasan Saraç, okuma serüveninde yazarlarla kurduğu dostluğa okurlarını da dâhil ediyor.
Altını çizdiğimiz cümlelerin sahiplerini yakından tanımak, hikâyelerinin hikâyesini dinlemek ve yazarların hayatlarına şahit olmak için Yazdıklarıyla Yaşayanlar bir başucu kitabı.
Kitabın Önsözü
Ne kadar yetenekli, değerli, ünlü olurlarsa olsunlar, insan olarak yazarlar hemcinslerinden pek de farklı değildir.
Onlar da tüm insanlar gibi doğar, büyür, hayal kurar, paylarına düşen sevgi, öfke, aşk ve acıları yaşarlar. Hayatları doğal nedenlerle, dış etkilerle ya da kendi kararlarıyla son bulur.
Ama onları diğer fanilerden ayıran sınırsız bir tutku vardır. Yazma, yaratma ve yazdıklarını olabildiğince geniş kitlelerle paylaşma tutkusu. Bunun dışında kişilikleri, hayat tarzları, fikirleri, tercihleri birbirlerinden çok farklıdır. Esin kaynakları, konuları, hatta teknikleri bile…
Bizim onlara duyduğumuz saygı ve hayranlığın nedeni ise kişisel görüşleri, inançları ve tercihlerinden ziyade edebiyat dünyamıza, hayal âlemimize yaptıkları katkılar değil midir? Romanlarının, hikâyelerinin yani tüm yazdıklarının sihriyle yaşamazlar mı kalbimizde?
Yazma sanatına kattıkları değer, harcadıkları emek elbette tartışılmaz. Kimi yazarlar bu noktaya yetenekleri sayesinde geldiklerini düşünür. Kimileri de yetenek yüzde bir ise, geri kalan yüzde doksan dokuzun sabırla, azimle yılmadan çalışmak, yazmakla yaşamayı özdeşleştirmek olduğuna inanır.
Yani yazma sanatı konusunda da farklıdır düşünceleri.
Ve her yazarın farklı bir hikâyesi vardır. Doğdukları yerler, aileleri, gittikleri okullar, ilk yazdıkları şiirler, öyküler, ilk sevgilileri… Yazma tutkusunun yüreklerinde nasıl kök salıp yeşerdiği… Hepsi bu hikâyenin kilometre taşları, dönüm noktalarıdır. Ardından eserler ortaya çıkar birer birer. Heyecanlar, sevinçler, düş kırıklıkları…
Bir de pek bilinmeyen gizler vardır yaşamlarında.
Onların yazdıklarına ilgi duyanların, nasıl yaşadıklarına da ilgi duyacaklarına inanıyoruz. Hatta sadece nasıl yaşadıklarını değil, yaşarken neler söylediklerini de merak edeceklerini düşünüyoruz.
Yazdıklarıyla ufkumuzu açan, duygu ve düşünce dünyamızı zenginleştiren Türk ve yabancı yazarlar arasından seçtiklerimizin hikâyelerini bulacaksınız bu kitapta. Bu seçimi yapmanın güçlüğünü, edebi eserleri bilimsel kıstaslarla değerlendirmenin olanaksızlığını, kişisel tercihlerin kaçınılmaz rolünü takdir edeceğinize inanıyoruz.
Bu duygularla, sizlere yirmi beş değerli yazarın hikâyesiyle merhaba diyoruz.
Yazdıklarıyla yaşayanların hikâyeleri bitmez.
İleride başka hikâyelerde buluşmak dileğiyle…