"“Bazen parlak bir şair ya da yazar olmanın bedeli, ömür boyu ‘sakıncalı’ damgasını taşımaktır.”"
“Bazen parlak bir şair ya da yazar olmanın bedeli, ömür boyu ‘sakıncalı’ damgasını taşımaktır.”
Onlar beş, on, on beş yıl gibi kısa aralıklarla doğmuştur. Yaşam çizgileri yer yer örtüşür ya da tuhaf tesadüflerle kesişir. Yazma tutkuları ortaktır, yetenekleri tartışılmaz, eserleri kitleleri büyüler. Ama kaderleri de ortaktır. Yazmanın bedelini kimi özgürlüğüyle kimi de hayatıyla ödemiştir. Edebiyatımızın beş usta kalemidir onlar. Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Kemal Tahir, Orhan Kemal ve Attila İlhan.
“Gökyüzünü başımın üstünde görmek bana yasak.”
Nâzım Hikmet, 1902 yılında Selanik’te dünyaya gelir. Çocukluğu İstanbul’un Anadolu yakasında geçer. Orta öğrenimini Bahriye’de yaparken edebiyat öğretmeni Yahya Kemal Beyatlı’nın etkisinde kalacak, yazdığı şiirlerle gitgide tanınmaya, ödüller kazanmaya başlayacaktır. Heybeliada’dai eğitimini tamamlayıp Hamidiye Kruvazörü’nde görev yapan genç şair, sağlık sorunları nedeniyle askerlikten ayrılmak zorunda kalır.
“Muhakkak ki, bütün insanların birer ruhu vardı ama birçoğu bunun farkında değildi.”
Sabahattin Ali 1907 yılında Gümülcine’de dünyaya gelir. Babası Osmanlı Piyade Binbaşısı Selahattin Ali’dir. Ailesi geçim sıkıntısı çekerken Sabahattin de, Balıkesir Öğretmen Okulu’nda parasız yatılı öğrenci olarak öğrenimini sürdürür. Ardından İstanbul’a gider ve 1926 yılında Öğretmen Okulu’ndan mezun olur. Sonrasında Eğitim Bakanlığı’nın sınavını kazanıp eğitimine iki yıl da Almanya’da devam eder.
“Yığını anlamak insanı anlamak değildir. İnsanı anlamayınca yığını anlıyorum sanmak, kendini aldatmaktır.”
Kemal Tahir, 1910 yılında İstanbul’da dünyaya gelir. Babasının görevleri nedeniyle ilköğrenimini değişik yerlerde sürdürür. Ailesinin İstanbul’a yerleşmesinden sonra eğitimine Galatasaray Lisesi’nde devam eder. Ailevi sorunlar nedeniyle öğrenimini 10. sınıftayken bırakır; önce İstanbul’da avukat kâtipliği, bir süre de Zonguldak’taki kömür işletmelerinde ambar memurluğu yapar. Daha sonra yine İstanbul’a dönerek Bab-ı Âli’de çalışmaya başlar.
“Güçlü bir hafıza, ağır bir cezadır. Ve işin kötüsü; iyi anları nadiren, kötü anları sıklıkla hatırlatır.”
Orhan Kemal, 1914 yılında Adana’da dünyaya gelir. Babası siyasi nedenlerle 1931'de Suriye'ye yerleşince, orta öğrenimini kendi isteğiyle yarıda bırakır ve Suriye'de bulaşıkçılık ve matbaa işçiliği yapar. Bir yıl sonra tek başına Türkiye'ye dönerek Adana'da çırçır fabrikalarında işçilik ve kâtiplik görevlerinde bulunur. Onu şiir yerine roman ve öykü yazmaya teşvik eden Nâzım Hikmet’in önerisiyle yazma serüvenini bu yolda sürdürür.
“Bir sanatçıyı, daha doğrusu bir aydını, tarih karşısında temize çıkaracak olan onun tutarlılığıdır, eğer tutarlı değilse zaten hiçbir halt olamaz.”
Attila İlhan 1925 yılında İzmir’de dünyaya gelir. İlk ve orta öğrenimini İzmir’de tamamlar. Bir süre ara vermek zorunda kaldığı eğitimine İstanbul’da Işık Lisesi ve Hukuk Fakültesi’nde devam eder. Yaşamının bir dönemini İstanbul-İzmir-Paris üçgeninde geçirir. Her koşulda, her dönemde edebiyatın çeşitli alanlarında tutkuyla yazmayı sürdürür.
Beş usta kalemi birbirine kelepçeyle bağlayan tesadüfler zinciri…
Öğretmenlik yaparak yaşamını sürdüren Sabahattin Ali, 1932 yılında bir ev toplantısında okuduğu eleştirel bir şiir yüzünden hapse atılır. Üç ay sonra çıkan bir afla salınıverse de artık sicili zedelenmiş, damgalanmış, sakıncalı olmuştur. Bu “bozuk sicil” hayatı boyunca onu sinsice izleyecek, her fırsatta ona bir darbe daha vuracaktır.
1938 yılına gelindiğinde Kemal Tahir ve Nâzım Hikmet bir grup bahriyeliyle birlikte tutuklanır. “Donanma Davası” veya “Bahriye Olayı” diye adlandırılan bu dava nedeniyle Donanma Komutanlığı Mahkemesi’nde yargılanır ve ülkeye zarar verdikleri gerekçesiyle 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırılırlar. Kemal Tahir’in suçu donanmada görevli kardeşi Nuri Tahir’e, Sabahattin Ali’nin bir kitabını vermekten ibarettir. Böylece Sabahattin Ali’nin yazdığı bir eser onların hayatını değiştirmiş olur.
Nâzım Hikmet ve Kemal Tahir hapisteyken ülkenin bir başka köşesinde, Niğde’de, Orhan Kemal askerliğini yapmaktadır. Ne yazık ki, o da yüz kızartıcı (!) bir suç işlerken yakalanır. Sabit görülen suçu "Maksim Gorki ve Nâzım Hikmet kitapları okumak ve yabancı rejimler lehinde propaganda” yapmaktır. Beş yıl hapis cezasına mahkûm edilen Orhan Kemal de artık sakıncalılar sınıfına girmiştir.
Sıra Attila İlhan’a gelmiştir. Onun da İzmir Atatürk Lisesi’nde okurken bir kız arkadaşına yazdığı aşk mektubu nedeniyle başı derde girer. Genç aşık, bu mektubunda Nazım Hikmet’in bir şiirini alıntıladığı için gizli örgüt kurma suçlamasıyla 1941 yılında tutuklanır. Henüz 16 yaşındadır. Üç ay kadar cezaevinde kalan Attila’nın yaşı küçük olduğu için cezası ertelenir, ancak öğrenimine Türkiye’de devam etmesi de yasaklanır. Babasının uzun süren hukuk mücadelesi sonucunda Danıştay kararıyla Türkiye’de okuma yasağı kaldırılsa da, genç öğrencinin içinde kopan fırtına kolay kolay dinmeyecektir.
Sabahattin Ali’nin trajik sonu…
Bu beş büyük ustanın dördü tüm olumsuzluklara rağmen bir şekilde yaşamlarını sürdürebilmişlerdir. Evet, genç yaşta hapse girmişler, küçük düşürülmüşler, yok yere eşlerinden ailelerinden uzaklaştırılmışlar, hatta boşanmak zorunda kalmışlardır ancak insanın en temel hakkı olan yaşama hakkı ellerinden alınmamıştır.
Ne yazık ki Sabahattin Ali için durum farklıdır. Kürk Mantolu Madonna, Kuyucaklı Yusuf gibi romanlarıyla ölümünden onyıllar sonra okurları büyüleyecek olan yazar, sakıncalı olduktan sonra peşinde dolanan ajanların takiplerinden kurtulamayacaktır.
Dergilerde çıkan yazılarından dolayı sık sık hapse girer Sabahattin Ali. Bu arada memuriyetine de son verilir. Üstelik artık evlidir ve bir de kızı vardır. Son olarak 1948'de Paşakapısı Cezaevi'nde demir parmaklıklarla buluşur. Serbest bırakıldıktan sonra da işsiz kalıp, yazılarını yazacak yer, romanlarını basacak bir yayınevi dahi bulamayınca yurt dışına gidebilmek için pasaport almak ister, ancak bu da mümkün olamaz, zira yasaklıdır.
Bu baskıya daha çok dayanamayacağını anladığında artık çok geçtir. Ülkesinden kaçmaya karar verir. Kendisine yardımcı olması için de ordudan atılmış bir astsubayla anlaşır. Onun aslında derin devletin bir adamı olduğunu, istihbaratçılarla işbirliği yaptığını nereden bilebilir? Ne yazık ki, Ali Ertekin adlı bu meczup tarafından, "milli hislerini tahrik ettiği” gerekçesiyle 2 Nisan 1948 günü, başına indirilen bir odun darbesiyle Bulgar sınırında öldürülür.
Yeni baskısı Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan İçimizdeki Şeytan (1940) adlı eserinin özsözünde Selim İleri şöyle der:
“Sabahattin Ali adını nereden işitmişsem işitmiştim. Eserlerini bulmak olanaksızdı. Bana, Sabahattin Ali’nin tıpkı Nazım Hikmet gibi memlekete zararlı bir insan olduğunu söylediler… Yalnız ‘memlekete zararlılığın’ boyutu kişiden kişiye değişmiş olmalı ki, Sabahattin Ali’yi bazen ‘vatan haini’, bazen de ‘vatan haini bir komünist’ falan gibisinden damgalanışlarla tanımıştım…”