"Yeraltı edebiyatının yerüstü kralı"
“Ne kadar dikkat etseniz de, bir şeyleri kaçırmışsınızdır, zihninizi meşgul eden o doyumsuzluk hissini. Bilinçli bir şekilde duyumsamadan içinden koşup geçtiğiniz anlardan geriye kalan o buruk tadı. Eh, bu duyguya alışmanız gerek. Bir gün gelecek tüm hayatınız için böyle hissedeceksiniz. Bu yalnızca bir deneme.”
Yeraltı biz sıradan faniler için yolu sonu demektir. Gözlerini yeşil dolarlara dikmiş petrolcüler ve madencilere bakılırsa cennetin ta kendisi, jeofizikçiler için bir bilinmez, kimi hayvanlar içinse bir yuva.
Tarih boyunca baskılara, şiddete, haksızlığa, sömürüye, ırkçılığa karşı direnen insanlık, bir şekilde kurulu düzene de sürekli başkaldırmış, farklı düşünceler, dinler, yeni akımlar çoğu kez “yeraltında” filizlenip yayılmıştır. Hıristiyan dinini kabul edenler, öğretilerini yayanlar Romalılar tarafından ölümle cezalandırılmış, sonraki asırlarda yayılıp güçlenen Hıristiyanlık bir papalık çatısı altında merkezileştirildiğinde, bu kez dinsizler için mahkemeler kurulmuş, nice kadın cadı ilan edilip yakılmıştır. Modern fiziğin babası Galileo bile 1632 yılında yazdığı bir kitap nedeniyle, dini öğretilere karşı gelmekle suçlanarak papalık tarafından ömür boyu hapse mahkûm edilmişti. Artık son demlerini yaşıyor da olsa İstanbul’da hâlâ bir Sultan ve ona bağlı bir hükümet varken Anadolu topraklarında özgürlük için savaşan Atatürk ve arkadaşlarının mücadelesi de, en azından başlangıç aşamasında, bir anlamda yeraltı faaliyetiydi. Kurtuluş savaşını kazanıp varlığını tüm dünyaya ilan eden Cumhuriyet yönetimi ise, kısa bir süre sonra, yazdığı şiirlerde kurulu düzene karşı görüşler dile getirdiği için bir şekilde “yeraltı şairi” olarak tanımlayabileceğimiz Nazım Hikmet’i hapsedecektir
Askeri darbelere sıkça maruz kalan ülkemizde yakın zamana kadar evler basıldığında siyasi içerik taşıyan dergiler, kitaplar o evde yaşayanların suçlu olması için yeterli delil sayılır, yargılanmalarına gerek kalmadan, şiddet sahneleri kurgulamakta iddialı kimi yazarların hayaline bile gelmeyecek işkence yöntemleriyle, cezaları anında kesilirdi. Hele evde ya da ofiste, baskı çoğaltmaya yarayan teksir makineleri bulunmuşsa, çoğu elle çalışan bu ilkel araçlar bile çatışmada ele geçen silahlar, patlayıcılar gibi basın önünde sergilenirdi. Yani farklı siyasi veya ideolojik görüşleri yansıtan yayınlar ve çoğaltmada kullanılan cihazlar “yeraltı” muamelesi görürdü.
İnsanlık onuru adına, hayatları pahasına yönetimlere başkaldıranlar yeraltında örgütlenirken, sırf güç ve para uğruna suç işleyen, uyuşturucu satan örgütler de faaliyetlerine yeraltında devam etmişlerdir. Günümüzde küçük yaşta işçi çalıştıranlar, vergi vermemek için kaçak mal üretenler de “merdiven altı” işverenleri olarak sınıflandırılmaz mı?
Hal böyleyken, yani yeraltı kelimesinin anlamları hayli geniş bir yelpazeye yayılmışkenyeraltı edebiyatı diye yaftaladığımız kavramı bir çırpıda tanımlayabilmek o kadar kolay mı? Teorik düzeyde kanun dışı yöntemlerle gizli gizli basılan, çoğaltılan, dağıtılan edebi yayınlar mıdır yeraltı edebiyatı? Yoksa toplumda genel kabul gören kavramlara başkaldıran ayrıksı, marjinal bir edebiyat türü için mi kullanmalıyız bu terimi?
Yeraltı edebiyatının bir alt sınıfı kabul edilen kült için sadık bir fan kitlesine hitap eden, ele aldığı farklı konuları, yaratıcı üslupları ile ayrışmış bir ekol diyebiliriz. Marjinalliğini bir tarafa bırakacak olursak kült eserlerin de tüm sanat dallarında olduğu gibi kalitelileri de var, süprüntüleri de. Kült tanımını zihinlerde somutlaştırmak amacıyla, size oldukça tanıdık gelecek dört eseri sıralamak isterim. JD Salinger’in tek romanı Çavdar Tarlasında Çocuklar (1951). Joseph Heller’in satirik başyapıtıMadde-22 (1961). Syliva Plath’ın tek romanı Sırça Fanus (1963). Ve Kurt Vonnegut’un hâlâ tartışılan eseri Mezbaha-5 (1969). Bilim kurgu romanları da klasik edebiyatın bir uzantısı olarak kabul görmeden önce kült tanımına giriyordu. Şu sıralar pek moda olan vampir romanları için de bir ihtimal aynı şeyler söylenebilir. Toplumun kabul gören değer yargılarına, yaşam biçimine doğrudan başkaldıran eserler uyuşturucu, şiddet, porno içerikleriyle öne çıktığında bunlar için de “transgressive fiction – transgresyonel kurgu” tanımı uygun görülmüş. Tabii bu tür eserler de, yine bazıları için, yeraltı edebiyatının olmazsa olmazlarıdır.
Öte yandan, eğer günümüzün özgür dünyasında her türlü porno yayın ve filmleri alenen yerüstünde üretilip, internet ortamında alıcısına ulaşabiliyor, bu ticari faaliyetlerden vergi alınıp, pornografik içerikli romanlar kitabevlerinin raflarında sergilenebiliyorsa, neden bu tür ürünler “yeraltı” olarak sınıflandırılıyor diye itiraz edenler de muhakkak olacaktır.
Bilgi ve iletişim devrimiyle yeraltından yerüstüne…
Hâlâ ‘yeraltından’ söz edebilir miyiz? Hâlâ öyle bir ‘yer’, öyle bir kavram, öyle bir edebiyat var mı? Bırakalım bilgisayarları bir yana, cep telefonlarından bile internete eriştiğimiz anda tüm dünyaya yayın yapabiliyor, görüşlerimizi, düşüncelerimizi ve hatta çektiğimiz videoları paylaşabiliyoruz. Bloglar yazabiliyor, internet üzerinde envai çeşit tartışma platformları yaratabiliyor, sanal dergiler çıkarabiliyoruz. Böyle bir ortamda insanları kurulu düzenle mücadeleye, basmakalıp yaşamları bir tarafa bırakıp kafalarına göre takılmaya davet ederken, bir yandan da bu yazdıklarımız için telif ücreti alıp, basılan ürünlerin reklamını, tanıtımını yaparak bu eylemi ticari bir faaliyete dönüştürüyorsak bu bir başkaldırı mıdır? Özgürlük gibi idealler, değerler uğruna can verenler, varlığını, sağlığını, kariyerini feda edenlerle, ayrıksı fikirlerin çekiciliğinden yararlanıp kurulu düzenden nemalananları aynı kefede tartmak, onları birer kahraman gibi alkışlamak ne kadar akla yakındır buna da okurlar karar verecektir.
“Ebeveynler Tanrı gibidir, çünkü her zaman orada olmalarını ve hakkınızda iyi şeyler düşünmelerini istersiniz, ancak onları yalnızca bir ihtiyacınız olduğu anlarda ararsınız.”
Amerika Birleşik Devletleri’nin kuzey batısındaki Washington eyaletinin sakin bir kasabasında, 21 Şubat 1962 günü bir erkek çocuk dünyaya gelir. Adını Chuck koyarlar. Annesi Carol ve babası Fred kısa bir süre sonra boşanır ve Chuck üç kardeşiyle birlikte anneannesi ile dedesinin çiftliğinde yaşamaya başlar. Daha ilköğrenim yıllarında zekâsıyla hocalarının dikkatini çeker. Bir okul arkadaşının anlattıklarına göre o yıllarda bilimkurgu romanları okumaya çoktan başlamıştır bile. University of Oregon’un gazetecilik bölümünden iyi bir dereceyle mezun olur. İlk olarak bir özel radyo istasyonunda çalışmaya başlar, ardından da ilginç bir şekilde, kamyon tamirciliğinde ustalaşır. Boş vakitlerinde ise yaşlılara hizmet veren bir bakımevinde gönüllü olarak çalışmaktadır. Duygusal olarak çok bağlandığı bir hastayı kaybedince bu faaliyetine son verir.
“Acıyı unutmak çok zordur, fakat tatlı anları hatırlamak daha da zordur.”
Altmışlı yıllarda özgün fikirlerin yeşerdiği San Francisco’nun İtalyan Mahallesi’ndeki ünlü City Lights Kitabevi’nde buluşan Jack Kerouac, Ginsberg, John Holmes gibi yazarlar bir yandan marihuana tüketip kafayı bulurken, bir yandan da beat kuşağına önderlik etmekteydiler. O sıralarda dünyanın bir başka ucunda sürüp giden Vietnam savaşına karşı örgütlenen hippiler, Stanford, Berkeley gibi öğrenim kurumlarının öğrencileriyle birleşip hükümet aleyhtarı gösteriler düzenlerken, aynı şehirde bir de “intihar topluluğu” kurulmuştu. Bir süre sonra o gruptan kopanların örgütlediğiCacophony Society, genç Chuck Palahniuk’un dikkatini çeker.
Chuck, düzenli olarak bu grubun toplantılarına, işinden arta kalan vaktinde de “yazma tekniği” seminerlerine katılmaktadır. İlk düşüncelerini kaleme aldığında, metinlerin içeriği aşırı derecede itici bulunduğundan, başvurduğu yayınevleri tarafından sürekli reddedilir. Bir iddiaya göre, tek başına bir kampa gidip yüzünde morluklarla hafta başında işe başladığında hiç kimsenin dikkatini çekememiş olması, herkesin bu durumu görmezden gelmesi, ilk büyük çıkışını yaptığı Fight Club – Dövüş Kulübü(1996) adlı eserine ilham vermiştir. Yayınlanmasının üzerinden daha üç yıl geçmeden 20th Century Fox tarafından beyaz perdeye aktarılan bu eser Chuck Palahniuk’un hayatını tümüyle değiştirecektir.
“Uğruna savaşılacak bir şey bulana kadar, bir şeylere karşı savaşmakla yetinirsiniz.”
Dövüş Kulübü’nün yayınlanmasından üç yıl sonra Survivor – Gösteri Peygamberi(1999) ve Invisible Monsters – Görünmez Canavarlar (1999) yayınlanır. Bu eserleri yine bir Holywood filmine dönüşecek olan Choke – Tıkanma (2001) takip eder.
“Eğer bu kitabı okumaya niyetliyseniz vazgeçin. Kendinizi kurtarın. Televizyonda mutlaka daha iyi bir şeyler vardır.Burada anlatılan şeyler önce sizi kızdıracak. Sonra her şey daha kötü olacak.” Tıkanma romanını eline alıp ilk sayfayı açan okurları bu sözlerle karşılar Chuck Palahniuk. 2009-2011 yıllarında basılan son üç romanı hariç, yazarın tüm eserlerini Türkçeye kazandıran Ayrıntı Yayınevi, bu kitabın arka kapağında şu ifadelere yer vermiştir. “Çarpıcı, gerçekdışı, tutarsız ve anlamsız. Aynı zamanda müthiş bir hayal gücü ve yargı kapasitesi eşliğinde ev, araba, televizyon ve kazanmaya indirgenmiş hayatların içyüzüne bakar; bilinçaltlarındaki genelevleri ziyaret eder…”
“ Tüm hayatımızı dünyanın bize kim olduğumuzu söylemesi için harcayabiliriz. Aklı başında ya da kaçık. Azizler ya da seks bağımlıları. Kahramanlar ya da kurbanlar. Tarihin bize ne kadar iyi ya da kötü olduğumuzu anlatmasını dinleyerek. Geçmişimizin geleceğimizi belirlemesine izin vererek. Ya da biz kendimiz karar veririz. Ve belki de görevimiz daha iyi bir şeyi keşfetmektir…”
Yazarın büyükbabası Amerika’ya Kanada’dan gelen bir Ukraynalı göçmendi. Babası Fred henüz üç yaşındayken büyükbabası eve alınan bir dikiş makinesinin pahalılığından şikâyet edip tartıştığı eşini öldürdükten sonra, yatağın altına kaçan küçük oğlunun gözleri önünde son kurşunu da kendi beynine sıkar. Ailenin DNA şifrelerine, ya da bilinçaltına bir şeyler kazınmıştır artık. Aradan yıllar geçer, bu kez Chuck’ın babası Fred, birlikte olduğu kadının eski kocası tarafından tek kurşunla öldürülür. Şiddet bu kez dışarıdan gelmiştir. Babasının katilini duruşma boyunca salondan izleyen Chuck, bir yandan da bir sonra yazacağı romanı düşünmektedir. Dava sonuçlanmış ve katil idama mahkûm edilmiştir. Aynı günlerde Lullaby – Ninni(2002) yayınlanır.
Bir sonraki yıl Chuck Palahniuk eşcinsel olduğunu açıklayacaktır. Ve sırada bir başka korku, psikolojik gerilim ve vahşet romanı beklemektedir. Bir günlük şeklinde kurgulanan bu roman, Diary – Günce, 2003’de okurlarıyla buluşur. Ardından Haunted – Tekinsiz (2005) ve Rant – Çarpışma Partisi (2007) basılır. Ve sıra nihayet sessiz sakin raflarda alıcısını beklerken iki Ankaralı bürokratın işgüzarlığı sayesinde birdenbire satış patlaması yaşayan romana, Snuff – Ölüm Pornosu’na (2008) gelir. 2011 yılının ağustos ayı itibariyle Türkiye’de yayınlanan en son Chuck Palahniuk romanını Ayrıntı Yayınları şöyle tanıtır arka kapakta: “Derin bir araştırma ürünü olduğunu her satırında belli eden bu çılgın romanla, porno endüstrisinin çağdaş hayatın içindeki muazzam ve bir o kadar da gizli saklı varlığını edebiyata taşıyor Chuck Palahniuk.”
“Gerçek şu demektir ki ölünceye kadar yaşarsın… esas gerçek şudur ki kimse gerçeği istemez…”
Dinmek bilmeyen enerjisiyle neredeyse her sene yeni bir romanı yayınlanan yazarın henüz Türkçeye çevrilmemiş üç romanı daha sırasını bekliyor. Pygmy (2009), Tell-All (2010) ve Damned (2011). Kim bilir, belki bu gidişle kitabevleri yakında yazar için raflarında yeni bir bölüm daha açmak zorunda kalabilirler.
Pek çok yazar gibi Chuck Palahniuk’un da bir resmi internet sitesi var. Oldukça kapsamlı hazırlanmış, içeriğiyle ziyaretçilerini etkileyen bir tanıtım sitesi bu. Diğer yazarların aksine bu sitede yazarın, hatta site çalışanlarının tavsiye ettiği kitaplar da yer alıyor. İşin ilginç tarafı, siteyi her ziyaret edişinizde farklı kitaplarla karşılaşıyorsunuz. Bu durumda oldukça çok sayıda romanın “tavsiyeler” bölümünde okurlara tanıtıldığını varsaymak mümkün. Eğer kitap hoşunuza giderse hemen satın alabilmeniz için Amazon sitesine de bir link konulmuş. Bu sayede, o anda Amazon sitesini tıklayan tüketicilerin seans boyunca yapacağı tüm harcamalardan Chuck Palahniuk iyi bir komisyon alır. Haksız da sayılmaz! Neticede pek çok eseri yayınlanmış, tanınmış bir yeraltı edebiyatı gurusu kendisi. Ve bu ününü paraya dönüştürmek de kurulu düzene uygun, tutarlı bir davranış…
Bu çok yönlü, tuhaf, üstüne az biraz gizli hiciv tozu serpilmiş karmaşık yazıyı nasıl bitirmem gerektiğini büyük üstatlardan Kurt Vonnegut’a sorabilseydim eğer, kendisi de bir süre önce çıktığı yolculuktan birkaç dakikalığına olsun şu fani dünyaya dönebilse ve yazdıklarıma bir göz atabilseydi, öyle sanıyorum ki “So be it” der, pos bıyıklarını çekiştirip bana gülümser ve derin uykusuna geri dönerdi.
“So be it. – Bırak dağınık kalsın.”