Madame Bovary,madame,bovary

Madame Bovary

"Sıradan insanlar, yasak ilişkiler, sıra dışı bir roman"

“Aşk, diye düşündü, aniden gelmeli, büyük patlamalar ve şimşeklerle, tıpkı göklerde bir kasırga gibi, hayatın ortasına düşen, onu kökünden değiştiren, iradeyi bir yaprak gibi yerinden söken ve yüreği bütünüyle dipsiz bir uçuruma sürükleyen bir kasırga.”

12 Aralık 1821 günü Fransa’nın Rouen kentinde dünyaya gelen Gustave Flaubert,  Fransız Edebiyatı’nın en önde gelen yazarlarından biri olarak kabul edilir.

Hukuk öğrenimi için geldiği Paris’ten bir süre sonra sıkılan Gustave, seyahat etmeye başlar. İki yıl boyunca Osmanlı topraklarında gezinen genç adam, Yunanistan ve Mısır’ı dolaştıktan sonra bir süre de imparatorluğun başkenti İstanbul’da vakit geçirir. Flaubert, ününü bir novella denemesinden sonra yazdığı ilk romana, Madam Bovary (1857) adlı başyapıtına borçludur.

“Çocuklar gibi kendinizi oyalamak için ya da hırslı insanlar gibi öğrenmek için okumayın. Hayır, yaşamak için okuyun.” G. Flaubert

Oldukça sıradan gibi görünen öykünün merkezinde, bir köy doktoruyla evlenen ve taşra hayatının sıradanlığı içinde boğulduğunu hisseden genç ve güzel bir kadın vardır. Emma Bovary, okuduğu duygusal romanların etkisi altında kalmıştır ve şaşaalı bir yaşantıyı, tutkulu bir aşkı arzulamaktadır. Kurtuluşu ilk olarak romantik hayallerde, ardından dur durak bilmez bir savurganlıkta ve en nihayet eşini aldatmakta arar.

“İçinde şiir taşımayan tek zerresi yoktur hayatın.” G. Flaubert

 

Erica Jong’un ifadesiyle, Madame Bovary Amerika ve İngiltere’de duyarsızca dayatılan burjuva değerlerine karşı isyanı simgeleyen bir romandır. O zamanki düşünce ve yazı kalıplarını alt üst eden eser, tefrikalar halinde bir dergide yayınlanırken, toplum ahlakına uygun olmadığı gerekçesiyle hakkında soruşturma açılır. Mahkeme sonuçlandıktan sonra ilk kez 1857 yılında tek bir kitap halinde yayınlanan roman, daha sonra edebiyat tarihinin başyapıtlarından biri olarak anılacaktır.

İlginç bir şekilde, yasak aşklar etrafında dönen öykülerin anlatıldığı Anna Karenina – Tolstoy (1877), Lady Chatterley’in Sevgilisi – D. H. Lawrence (1928), Lolita – Nabokov (1955) ve Doktor Jivago – Boris Pasternak (1956) adlı romanlar da yazarlarının en önde gelen eserleri arasında yer almıştır.

Flaubert’in bu ünlü eserindeki Charles Bovary adlı erkek karakter, tıpkı yazarın öz babası gibi bir doktordur. Yazarın da gençlik yıllarını geçirdiği Normandiya bölgesinde geçen bu hikâyede genç köy doktoru, sözünden çıkmadığı annesinin arzusuna boyun eğer ve zengin bir dulla evlenir.

Bir süre sonra Charles bir hasta ziyareti nedeniyle gittiği bir çiftlikte Emma ile tanışır. Emma‘nın gençliğinden, güzelliğinden, çekiciliğinden, gözlerindeki pırıltıdan etkilenen Charles, onu yeniden görebilmek umuduyla genç kadının hasta olan babasını her fırsatta ziyaret etmeye başlar. Çekingenliği yüzünden duygularını dile getiremese de, evli doktor güzel Emma’ya deliler gibi aşık olmuştur.

Karısı öldüğünde Emma’yı babasından isteyen Charles, aldığı olumlu yanıtla nihayet muradına erdiğine inanmaktadır. Çiftlik hayatının monotonluğundan sıkılan Emma içinse bir doktorla evlenmek, hayallerini süsleyen bir geleceğin habercisidir sanki. Oysa gerçek hayat, genç kadının hayallerinden çok farklıdır:

“Onun için hayat, penceresi kuzeye bakan bir tavan arası kadar soğuktu ve can sıkıntısı tıpkı bir örümcek gibi, gölgeli ağını kalbinin her kuytusuna sessizce örüyordu.”

Genç gelinin mutluluğu ne yazık ki çok kısa sürecektir. Aradığı tutkulu aşkı ve eğlenceli hayatı sıkıcı ve sarsak kocasında bulamayan genç kadın, bunalıma çoktan girmiştir bile. Bir gece çağrıldıkları davette tanıştığı zengin kişiler, müzik, eğlence, o baş döndürücü atmosfer Emma’nın ayaklarını yerden keser. O artık sınır tanımayan bir hayal dünyasında yaşamaktadır:

“Kalbi o ayakkabıların tabanları gibiydi. Zenginlik ve lüks ona sürtünüp geçmiş ve üzerinde asla silinip gitmeyecek bir iz bırakmıştı.”

Karısını mutlu etmeye çalışan Charles, yaşadıkları köyden bir kasabaya taşınır. Kızları da doğduktan sonra her şeyin yoluna gireceğini umut eden doktor, ne yazık ki, en az kendiyle ne yapacağını bilemeyen, sürekli bir bekleyiş içinde yaşayan haris ve bencil karısı kadar yanılmaktadır.

“Derinlerde bir yerde, hep bir şey olmasını bekliyordu (…) Her sabah uyandığında o günün bu gün olmasını umut ediyor, her sese kulak veriyor, irkiliyor, hiçbir şey olmadığında da şaşırıyor ve her gün batımında biraz daha hüzünlenerek hasretle ertesi günü bekliyordu.”

Sonunda Emma kasabada karşılaştığı genç hukuk öğrencisi Leon ile romantik bir ilişki kurar. Bir yandan da kocasını seven, kızına bağlı bir anne rolü oynamaktadır. Leon’un kendisini sevmesini, kur yapmasını, peşinden koşmasını arzulayan Emma, şık giyinme uğruna bütçesini aşan harcamalar yapmaya başlamıştır. Bir gün Leon ani bir kararla Emma’ya veda edip Paris’e gider.

“Ve şimdi gitmişti işte; hayatının tek cazip yanı, azıcık bir mutluluk bulmayı umut edebileceği biricik kaynaktı o. Kaçıp gitmeye kalkıştığında neden onu iki eliyle yakalayıp gitmesine engel olmamış, neden dizlerinin üstüne çökerek yalvarıp yakarmamıştı? Aşkını Leon’a vermediği için lanet okudu kendine; şimdi nasıl da arzuluyordu onun dudaklarını.”

 “Nesirde her cümle tıpkı bir şiirde olduğu gibi en güzel haliyle, tek kelimesi bile değiştirilemeyecek şekilde yazılmalıdır” diyen Flaubert için bir roman, öyküsünden çok anlatımıyla öne çıkmalıdır. Yazar romanında Emma’nın düş kırıklıklarını, arzularını, eylemlerini sorgulamadan, yargılamadan, yorum yapmadan anlatır. Zaten Flaubert’e göre insanlar yaptıklarına hükmedebilirler, ama hissettiklerini kontrol edemezler. Emma da artık yalnızca hisleriyle yaşamaktadır.

“İhtirası onu sarhoş etmişti başlangıçta ve ondan öte hiçbir düşüncesi yoktu. Ama şimdi, aşk kendi hayatı için vazgeçilmez olunca, bir parçasını bile kaybetmekten ya da ona herhangi bir müdahalede bulunulmasından korkuyordu.”

Leon’un gidişiyle kalbi bir kez daha kırılan Emma, bu kez de bir hizmetçisini Doktor Bovary’ye muayene ettirmek için evlerine gelen bir toprak sahibinin, Rodolphe Boulanger’nin ağına düşecektir. Onun mutsuz halini, soran, arzulayan bakışlarını fark eden Rodolphe, Emma’yı çoktan gözüne kestirmiştir. Ata bindirmek bahanesiyle Emma için kocasından izin alan Rodolphe kısa sürede amacına ulaşır. Şehvetli kadını kendine köle eden fırsatçı çapkın, bir yandan da bu maceranın nasıl sonlanacağını merak etmektedir:

“Nasıl da sıkılıyor olmalı! Şehirde yaşamayı, her gece polka müziğiyle dans etmeyi ölesiye istiyor! Zavallıcık! Bir mutfak masasının üstündeki bir sazan balığı nasıl su ihtiyacıyla soluk soluğa kalırsa o da tıpkı öyle susamış aşka. Bana tapması için birkaç iltifat yeter, eminim bundan. Çok da tatlı olurdu! Ama daha sonra nasıl savarım onu başımdan?”


Kızından ve kocasından gittikçe uzaklaşan Emma, bir süre sonra sevdiği adamla birlikte kaçmak ister. Hayallerini gerçekle bir türlü bağdaştıramayan genç kadın için Rodolphe tarafından reddedilmek büyük bir darbe olacaktır.

Güzel karısının nereden kaynaklandığını bilmediği mutsuzluğunu giderebilmek umuduyla, Charles onu bir gece şehirdeki operaya götürür. Salonda Leon ile bir kez daha karşılaşan Emma için hayat adeta yeniden başlamıştır. Bu kez dizginleri kendi eline alan genç kadın kısa zamanda Leon’un metresi olmayı başarır. Kocasından müzik dersleri için izin alıp her hafta şehre inerek sevgilisiyle bir otel odasında buluşmaya, hesapsızca para harcamaya ve tefecilere borçlanmaya devam eder.

Biriken borçlar nihayet kontrolden çıkınca Rodolphe ve Leon dahil tanıdığı tüm erkeklerden borç dilenen Emma her defasında eli boş dönünce alacaklılar haciz için evine gelirler. O güne kadar olup biten hiçbir şeyden haberi olmayan Charles, karısının müsrifliğine kızsa da elindekileri satıp borçları ödemeye çalışır.

Emma içinse yaşam anlamını yitirmiştir artık. Emma Bovary ve Anna Karenina’nın kaderleri iki başyapıtın satırlarında buluşur. Karısının ölümüyle derinden sarsılan Charles, onu özlemekte, bunalımlı bir hayal dünyasında yaşamaktadır:

 “Herkes ona tapıyor olmalıydı, diye düşündü. Karısını gören her erkek şüphesiz şiddetle arzulamış olmalıydı onu. Zihninde onu daha da güzelleştirdi ve onun için bitip tükenmez, gözü dönmüş bir arzuya kapıldı, bu arzu çaresizliğin alevlerini besliyor ve gitgide güçleniyordu, çünkü artık asla tatmin edilemeyecekti.”

Ama kaçınılmaz gerçekler er geç su yüzüne çıkar…

Emma’nın aşk mektuplarını bulan Charles, onun kendisinden gizli yaşadığı yasak ilişkilerden, çılgınca serüvenlerden haberdar olurken, sıradan fanilerin evrensel ve trajik hikâyeleri, Flaubert’in büyülü kaleminin dokunuşlarıyla zamana meydan okuyan ölümsüz bir başyapıta dönüşecektir. 

 


HASAN SARAÇ'ın

ESERLERİ