Peter Carey
"İki Man Booker ödüllü meçhul yazar"
“Yalnızlığın ne demek olduğunu anlamların yitişini iyi bilirdim, yine de hiçbir zaman HİÇBİR ŞEY olmamıştım ben, hiçbir şeyin üzerinde sürüklenen bir hiçbir şey, hiç kimsenin bilmediği biri olmak, evrenin karanlığı kadar soğuk, ürkütücü. Ölümden beter bir korku.” (Parrot and Olivier in America)
1943 yılında Avustralya’nın Victoria eyaletinin küçük bir kasabasında oto ticaretiyle uğraşan bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelir Peter Carey. Kayda değer bir anlamı olmayan çocukluk yıllarından sonra Kimya ve Zooloji dallarında öğrenim görmek üzere üniversiteye kaydolur. Geçirdiği bir araba kazası ve derslerine ilgisini kaybetmesi nedeniyle okulunu yarım bırakıp on dokuz yaşında bir reklam ajansında çalışmaya başlar.
Faulkner, Joyce, Kerouac gibi kendine özgü sesi olan güçlü yazarlara ilgi duymaya başlamasıyla birlikte, edebiyat dünyasının gizemli labirentlerinde uzun bir yolculuk için biletini almıştır artık.
Melbourne, Londra ve Sydney’deki reklam ajanslarında çalıştığı dönemde, on üç yıl boyunca, akşamları, hafta sonları, hiç durmadan yazar, yazar, yazar. Ardından bir ortağıyla birlikte kurduğu reklam ajansı, romanlarına daha çok zaman ayırması için ona yeni bir imkân yaratır.
Carey, 1985 yılında, tiyatro yönetmenliği yapan Alison Summers ile evlenir. 1990 yılında ise şirketindeki hisselerini satıp karısı ve oğluyla birlikte Amerika’ya yerleşir. Bir yandan roman yazarken bir yandan da New York Üniversitesi (NYU), Princeton, Bernard College gibi kurumlarda ders verir. 2003 yılından bu yana Hunter College Lisansüstü Yaratıcı Yazarlık bölüm başkanlığı görevini sürdürmektedir.
“Eğer yazdıklarımı okuduysanız, bu mesleğin ne kadar kolay olduğunu düşünmüş olmanızı dilerim. Gerçekte, okuduğunuz o romanların her bölümünü, tekrar ve tekrar ve tekrar en az yirmi kez elden geçirdiğimi bilmelisiniz. Eğer iyi bir yazar olmayı hayal ediyorsanız sizin de öyle yapmanız gerek.”
İlk dört romanı yayınevleri tarafından geri çevrilen Carey, otuz dokuz yaşına geldiğinde şeytanın bacağını kırar. “The Fat Man in History” adlı ince romanı edebiyat dünyasının sımsıkı kapılarını aralamıştır. Yazar, bitmek tükenmek bilmeyen hırsı ve enerjisi ile ardı ardına birbirinden çarpıcı eserler vermeye artık hazırdır.
Peter Carey yazarlık hayatı boyunca adeta profesyonel bir ödül avcısı gibi başarıdan başarıya koşar. Kazandığı bir düzine ödül arasında en önemlisi, iki kez kazanmanın kendisi dışında yalnızca bir yazara daha nasip olduğu Man Booker Prize olmuştur.
Carey, yalnızca İngiliz Milletler Topluluğu’nda doğan yazarlara verilen bu değerli ödülü ilk olarak 1988 yılında “Oscar and Lucinda” adlı eseriyle alacaktır. Roman, kendine kalan mirasla bir cam fabrikası satın alan genç bir kadının 1864 yılında bir gemi yolculuğu sırasında tanıştığı genç bir rahiple yaşadığı çarpıcı serüveni anlatır. Carey, iki karakteri de uzun uzun, kendine has masalsı anlatımıyla okuruyla tanıştırır. Bir tarafta özgür ruhlu, mevcut sosyal düzenin kalıplarını kırmak isteyen, güzel ve varlıklı bir kadın. Öte yanda baskı altında geçmiş çocukluk yıllarında aşırı muhafazakâr bir rahip babadan kaçıp gene rahip olmayı seçmiş mahcup bir erkek. Bu birbirine zıt, iki farklı bireyin buluşabildikleri tek ortak nokta, şansa, ihtimaliyet hesaplarına, iddiaya, hatta kumara aşırı derecede tutkun olmalarıdır. Carey bu iki sıra dışı insanın sonu gelmez oyunlarını, rekabetçi ruhlarının önlenemez ihtirasını ve bu ihtirastan doğan aşkı anlatır okurlarına.
Paris Review dergisinin editörü yazara bu uzun hikâyeyi nasıl kurguladığını sorduğunda, Carey yalnızca romanın bitiş sahnesini gözünde canlandırdığını, sonra da buna uygun bir hikâye için kollarını sıvadığını güçlü yazarların o kendinden emin, cesur samimiyetiyle itiraf etmiştir.
“Yalnız olacağını bilmekle yalnız olmak arasındaki farkı ancak yalnız olan bilir.”
Peter Carey aynı ödülü ikinci kez 2001 yılında “True History of the Kelly Gang” adlı eseriyle kazanır. Bu eserin hikâyesi ve kurgusundan öte en büyük özelliği, yazarın Ted Kelly’den geriye kalan ve “The Veridarie Letter” adıyla anılan bir mektubu okuması ve bu yazıdaki eğitimsiz, kuramsız dili tüm roman boyunca kullanmasıdır.
Yazar, bu roman için yarattığı özgür anlatım tarzını benimseyip, bu yaratıcı kimliğini daha sonra kaleme aldığı “My Life as a Fake – Bir Sahtekâr Olarak Hayatım” (2003), “His Illegal Self – Che’nin Yasadışı Benliği” (2009) ve “Parrot and Olivier in America “ adlı (2010) eserlerinde de koruyacaktır.
“Bir hikâyeyi böyle anlatamazsınız, böyle bir hikâyeyi ancak hissedebilirsiniz.”
Carey’in “My life as a Fake” adlı romanının Türkçesi “Bir Sahtekâr Olarak Hayatım” adıyla 2010 yılında yayınlandı. Kitabın arka kapağındaki can alıcı sorular, okurları tuhaf, gerçeküstü bir serüvene katılmaya davet ediyor. Tabii o “tekinsiz” alanlarda Carey ile birlikte dolaşmayı göze alabilecek olanları…
“Yaratan kim, yaratılan kimler? Ne edebiyattır, ne değildir? Gerçek nedir, sahte nedir? Genellikle bunlara verecek cevaplarımız var gibidir. Ya tüm bunların birbirine karıştığı, cevapların öyle kolayca verilemediği durumlar yok mudur? Peter Carey işte o gölgeli, hem de koyu gölgeli alanlarda, yaratılanın yarattığı o tekinsiz kıyılarda, gerçek ile sahte, edebiyat ile edebiyat olmayan arasındaki gelgitlerde keyifle dolaşıp okuru da o edebiyat adasının her koyunda maceralı bir geziye çıkarıyor.”
“İnsan özgür doğar ve her taraftan zincirlerle bağlıdır.”
Yine 2010 yılında Carey’in “His Illegal Self” adlı romanı “Che’nin Yasadışı Benliği” adıyla Türkçe olarak yayınlandı.
New Yorklu anneannesinin ayrıcalıklı bir ortamda yapayalnız büyüttüğü yedi yaşında bir çocuktur Che. 1960’ların sonlarında Harvard’da okuyan radikal eylemci iki öğrencinin büyümüş de küçülmüş oğludur. Kanun kaçağı anne ve babasının izini kendi çocuksu hayal dünyasında sürmeye çalışırken, gizemli bir genç kadınla birlikte bambaşka bir dünyaya sürüklenecektir. O artık metro peronlarında soluk soluğa koşuşturan, gece yarıları döküntü motellerden kaçan ve Avustralya’nın tekinsiz tropikal cangıllarında yaşayan hippilerin arasına karışan bir kaçaktır. Burada yavaş yavaş hayatıyla, öz benliğiyle yüzleşecek ve hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını öğrenecektir.
“Che’nin Yasadışı Benliği”, küçük bir çocuğun, içinde yaşadığı dünyayı ve sıra dışı olayları anlama çabasıdır. Tehlikeli karşılaşmaların, çatışan kişiliklerin ve bir yolculuğun anatomisidir. Sevginin kırıp döken ama öte yandan onaran gücüyle şekillenen bir öyküdür.
Kafka, Auster ve Carey’in “çıkmazlara düşen” kahramanları…
Kafka, romanlarında çoğu kez karakterlerine zalimce işkence eder, soyut bir otorite karşısında onların kimliklerini ellerinden alır ve gitgide daralan bir çembere hapsederken, bu yöntemle politik görüşlerini de dile getirmektedir. Paul Auster da aslında artık alametifarikası olan tarzıyla roman kahramanlarını adım adım çözümsüzlüğe doğru sürükleyen bir kurgu ustasıdır. Auster hayranları aslında belki de bilinçaltından gelen bir bağımlılık dürtüsüyle bu romanların karakterlerinde kendilerinden bir şeyler bulmaya çalışırlar. Peter Carey ise olağanüstü yaratıcı zekâsıyla, yine benzer şekilde birbirinin içine geçen kutucuklardan oluşan girift, zincirleme olaylarla kahramanlarını olmadık serüvenlerin içine sürükler. Ancak, ona iki kez Man Booker ödülünü kazandıran ve “Parrot and Olivier in America” ile üçüncü kez bu ödüle aday olmasını sağlayan özelliği, onun sıra dışı hikâyeleri büyülü, sıcak bir sesle anlatan bir ayrıntı ustası olmasıdır.
“Bliss“ (1981), “Illywhacker“ (1985), “The Tax Inspector” (1991), “Jack Maggs” (1997) adlı eserlerin de yaratıcısı olan Peter Carey’in mucizelerinden biri de eserleri dünya çapında milyonlarca satan bir yazar olarak ülkemizde hâlâ “meçhul” kalabilmesidir…