"Ufku geniş, fikri derin, gönlü alçak bir derviş"
“Büyümek istersen küçülmelisin kendi gözünde. Yücelik damına tevazu merdiveniyle çıkılır. Meyveli ağacın dalı yere eğilir, akıllı insan da alçak gönüllü olur. Kendinden başkasını görmeyen, ne kendini ne de başkasını göremez.”
Dört Halife Dönemi’nden (632 -661) sonra Emeviler Kuzey Afrika kıyılarından bugünkü İran’ın doğusuna kadar uzanan geniş bir coğrafyanın hâkimi olurlar.
Aradan yaklaşık bir asır geçer ve bu kez Hz. Muhammed’in amcası Abbas Bin Abdülmuttalip’in soyundan gelen Abbasiler, Emevi Hanedanı’na karşı ayaklanıp, 750 yılında halifeliği ve yönetimi kanlı bir şekilde ele geçirirler.
Bu devirde Asya’nın bozkırlarından dünyaya yayılan Cengiz Han (1162 – 1227), ordularıyla büyük topraklar fethetmiştir. Ancak Cengiz Han’ın egemenlik alanı genellikle Avrasya olduğundan, Şiraz kentinin de yer aldığı, İran’ın Fars (Pars) olarak bilinen güneybatı bölgesi halen Abbasilerin denetimi altındadır.
Bu süreçte Anadolu topraklarında ise hükümranlığı Bizans’tan devralan, Oğuz Türklerinden gelme Selçuklular (1071 – 1307), kuzeyden gelip Şiraz ve doğusundaki Horasan bölgelerini tehdit etmektedir.
“Buluttan bir damlacık indi denize.
Enginliği görünce utandı.”
Bu karmaşık ortamda kimi iddialara göre 1193 yılında, son yapılan tahminlere göre ise (1212 – 1219) yılları arasında Şiraz’da bir erkek çocuğu dünyaya gelir. Asıl adının Ebu Abdullah Müslihüddin Şeyh Sadi olduğu söylenir. İlerde Sadi mahlasını kullanacaktır.
Bilginler yetiştirmiş bir soya mensup olarak bilinen Sadi, henüz küçük bir çocukken babasını kaybeder. Annesiyle ise daha uzun bir süre birlikte olacaktır. Tahsiline Şiraz'da başlar, Bağdat'ta, o devrin en parlak eğitim kurumu olan ve ünlü Selçuk veziri Nizamülmülk tarafından kurulmuş bulunan Nizamiye Medresesi’nde devam eder.
Sadi'nin memleketi olan Fars’da, Salgur adlı bir Türkmen başkanının soyundan gelen Salguroğulları (Fars Atabeğleri) hüküm sürmektedir. Abbasilerle Moğolların çekişmesinden dolayı bölgeye bir huzursuzluk hâkimdir. Medrese eğitimini tamamlayan Sadi uzun bir yolculuğa çıkar. Doğuda şimdiki Pakistan, Özbekistan, Türkmenistan topraklarını ziyaret ettiği bilinir. Ardından Hindistan’a gider, dönemin düşünürleri, hocaları, dini liderleri olan Brahmanlarla tanışır.
“Dünyanın geçici mülkü, huzurlu ve rahat bir ömür sürmek içindir.
Ömür, mal mülk biriktirmek için verilmemiştir.”
Sadi dinî bir terbiye almıştır. Ayrıca, gezdiği yerlerde tanınmış mistiklerle konuşmakta, arada bir günlük hayattan kaçma heveslerine kapılmaktadır. Fakat hayat onun için o kadar öğretici, düşündürücü ve çekicidir ki, ne yapsa yine insanlara karışmaktan kendini alamaz. Seyahate düşkünlüğü, muhakkak ki hayatı bu kadar içten sevmesiyle ilgilidir.
Venedikli bir tüccarın oğlu olan ünlü gezgin Marco Polo’nun bu toprakları keşfetmesine daha yarım yüzyıl vardır. Sadi yolculuğuna devam eder. Bu kez yönünü batıya ve kuzeye çevirmiştir. Mısır’dan yukarı çıkar, Abbasi hanedanının başkenti Bağdat’ı ziyaret eder. Oradan daha kuzeye Şam’a gider. En nihayetinde Selçuklu Türklerinin arasına karışıp Anadolu topraklarına geçer. Adana’yı ve hatta Konya’yı da ziyaret ettiği söylenir.
Eserlerini karıştırdıkça, onu başka başka memleketlerde, türlü türlü insanlar arasında görürüz. Çok kere Hacca gittiği rivayet edilir. Şair, birçok yeri gezmiş, seyahatlerinde çoğu zaman, insanların içinde olmuştur. Bu sayede ünlü eserlerinde ahlâka, fazilete, sağlıklı bir yaşam felsefesine dair öğütler verirken örneklerini sıradan insanların anlayacağı dilde verebilmiştir. Kendisini şahlara, vezirlere, zenginlere beğendirmek için uğraşmamış, ilimden nasibini almamış sultandan da, cahil sofudan da kaçıp, bir derviş hayatı sürmüştür.
“Efendi davul sesiyle uyanıyor, bekçinin gecesi nasıl geçti, nereden bilecek?”
Sadi neredeyse otuz yıl bir seyyah gibi dünyayı gezdikten sonra 1957 yılında Şiraz’a geri döner. Moğollarla savaşmak yerine onların hâkimiyetini kabul eden Salguroğulları böylece kan akmasını önlemiş, halkının huzurunu korumuştur. Devletin başında bulunan Ebu Bekr onu himayesine alır. Sadi de hükümdarı adına meşhur eseri Bostan’ı yazar ve kendisine takdim eder. Bir yıl sonra da veliaht adına Gülistan’ı kaleme alır. Bu iki eser kendisine büyük şöhret kazandıracaktır.
“Bilgisiz ve öfkeli Sultan ile ilimden nasipsiz cahil sofu daima tehlikelidir.”
Sadi'nin Bostan adlı eseri ahlak, terbiye, tevazu, mertlik, adalet, rıza, şükür, tövbe gibi muhtelif konuların işlendiği on bölümden oluşmaktadır. Eser hikâye ve menkıbelerle zenginleştirilmeye çalışılmıştır. Bu esere birçok kişi tarafından şerh yazılmıştır. Eserde, hükümdarlar övülmekten çok hakka, adalete ve doğruluğa davet edilmektedir.
“Çıkrığın ardındaki ihtiyat kadın lanet ederken, meclisin baş köşesinden gelen aferinlerin değeri yoktur.”
Gülistan ise hükümdarların hal ve hareketleri, derviş ahlâkı, susmanın yararları, sevgi ve terbiyenin ehemmiyeti, sohbetin adabının işlendiği sekiz bölümden oluşmaktadır.
Sadi'nin özellikle bu iki eseri on yedince yüzyılda önce Fransızca ve Almancaya tercüme edilmiş, ardından birçok dünya diline çevrilmiştir. Bu yazıda paragraflar arasına serpiştirilmiş deyişlerin tamamı bu eserlerden alınmadır. İslam âleminde büyük rağbet gören bu eserler medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur. Şerh ve tercümeleri yayınlanmıştır. Eserlerindeki akıcı üslubu ve insanları sıkmayan tarzı, edebi sanatlardan istifade edilerek vücuda getirildiğini göstermektedir. Yazar, gezmiş bulunduğu çok geniş çevrelerden edinmiş olduğu tecrübelerini ve görgüsünü, medreselerde elde ettiği eğitimi, seyahatleri boyunca temas kurduğu âlimlerle yaptığı sohbetleri güzel bir şekilde işlemiştir. İlim öğrenme ve öğrendiklerini aktarma konusunda güzel ve örnek bir hayat yaşamıştır.
“Ufku dar olanın dili karmaşık olur.”
Şiraz kentinin tenha bir yerde yaptırdığı tekkede, vaktini okuyup yazmakla, ibadetle, ziyaretleri kabul etmekle geçirir. Birçok büyük ona saygı gösterirler. Büyük bir tevazu ile her zaman içinde yaşadığı halk, hayatının sonlarına doğru, onu ermişlerden biri olarak kabul eder.
“Akıllı kimse oku yaydan bilmez; yayı tutan elden bilir.”
Sadi’nin bilinen eserlerinden birinin de adı Takriz-i Dibace’dir. Gerçekte “dibace” bir eserin giriş bölümüne, önsözüne verilen ad; “takriz” ise bir metne düzülen methiyeye verilen isimdir. Sadi Şirazi’nin adı günümüze uzanan diğer eserleri arasında Mecaliz-i Pençgane ve Gazeliyet bulunur.
Kusursuz bir anlatış biçimi olan Sadi’nin üslubu basit gibi görünür, ancak kolay taklit edilemez. Sadi Şirazi her ne kadar İslam âleminin saklı bir mücevheri gibi bilinse de on dokuzuncu yüzyıl Rus edebiyatının en ünlü şair ve yazarlarından Puşkin, ondan beyitler tercüme etmiş, Amerika Başkanı Obama da onun öğütlerinden alıntılar yapmıştır.
“İlim ve yetenekle başa çıkamadığını arkadan çekiştirme.”
1292 yılında vefat eden bu değerli düşünür adına, İran Şahı Rıza Pehlevi zamanında bir anıt dikilmiştir. Her yıl 21 Nisan günü anıtı başında anılmaya, hakkında konferanslar düzenlenmeye devam edilmektedir.
1207 yılında Horasan’da doğan, Sadi’nin ayak bastığı pek çok kentte iz bırakan ve ardından Konya’ya yerleşip 1273 yılında ölen Mevlana ile Sadi Şirazi’nin yollarının bir türlü kesişmemesi, birbirlerinin varlığından habersiz yaşamlarını sürdürebilmeleri benim zihnimde cevaplanmamış bir soru olarak kalmaya devam edecektir.