Okurların en çok merak ettiği şeylerden biri nasıl yazar olunduğudur, bir de usta yazarların eserlerini nasıl kaleme aldığını öğrenmek isterler.
Öyle ya, yazarlar kurguları nasıl yapıyor acaba?
İlham kaynakları kimdir, nedir?
Kendilerine has bir teknikleri var mıdır?
Romanlarında otobiyografik ögeler bulunur mu?
Roman karakterleri hikâyenin gidişatını değiştirebilir mi?
Birazdan tüm bu sorulara cevap vermeye çalışacağım değerli Sen ve Ben okurları…
Yazarlar, toplumun bireylerine bir şeyler öğretebildikleri sürece, bakış açılarını genişletebildikleri ölçüde, uçan halılarıyla dünyanın dört bir köşesine götürebildiklerinde, en önemlisi de insan ruhunun derinliklerine inebildiklerinde değer kazanır, baş tacı edilirler. Sırf eğlendirmek de iyidir, hoştur ama gerisi biraz boştur.
Netice itibariyle yazarlık da bir meslektir.
Her işte olduğu gibi, yetkin bir yazar olabilmenin öncelikli koşulu da kendine güvenmek, tutkulu olmak, alt yapıyı sağlam tutmak ve çok çalışmaktır. Elbette yetenekli ve biraz da şanslı olmalarında yarar var. Pek çok yazar yeterli desteği bulamadığı için ya da şansı yaver gitmediği için, yeteneğine ve üretkenliğine rağmen başlangıçta geri planda kalabilir. Bazıları da zamanın ruhunu yakaladıkları için, yayın dünyasıyla ilişkileri güçlü olduğu için ya da şansları yaver gittiği için, yazdıkları eserler o kadar pırıltılı olmasa bile hızla yükselebilirler şöhret basamaklarında.
Kimilerinin eserleri yıllandıkça daha çok anlaşılır, değer kazanır, kendileri öldükten sonra okurların sevgi ve saygısını kazanır.
İkinci gruba girenler ise hayattayken şöhreti yakalamanın keyfini sürer, sonrasında unutulup gider.
Dünya edebiyatından bir örnek vermek gerekirse, Kafka’nın yalnızca bir eseri yayınlanmıştır ömrü hayatında (Dönüşüm), o da kimsenin dikkatini çekmez, raflarda tozlanıp gider. Sonrası malum. Peki, ya eğer yakın arkadaşı Max Brod, sevgili dostu bir sanatoryumda öldükten sonra diğer eserlerini gün yüzüne çıkartmasaydı? Ünlü Franz Kafka da tümüyle unutulup gidecekti birçok fani gibi…
Ülkemizin yakın geçmişine bakacak olursak; yakın çevresindeki birkaç kişi hariç Oğuz Atay’ın değerini kimse bilemedi sağlığında. Hiçbir eseri ikinci baskıyı yapamadı. Zira yazdığı eserler o günlerin edebiyat dünyasına hükmeden sözde Türk yazarlarından pek çoğunun aslında birer çıplak kral olduğunu ortaya koyuyordu. İşte sırf bu yüzden bilinçli bir şekilde sansür edildi, eserleri okunmasın diye dört bir yanına duvarlar örüldü, kitapları hakkında en ufak bir eleştiri yayınlanmasına bile izin verilmedi dergilerinde. Şimdi ise herkes Oğuz Atay’ı tanıyor, okuyor, sayıyor, yazdıklarından bir şeyler öğreniyor. Diğerlerinin adını bile kimse hatırlamıyor…
Sabahattin Ali ise derin devletin zorbalığı yüzünden genç yaşta işinden, mesleğinden oldu, ailesine bile bakamaz hale geldi ve kurtuluşu kaçmakta ararken bir odun darbesiyle hayata veda etti. Uzun süre adını bile kimse anmadı. Şimdilerde eserleri en çok satanlar listesinden inmiyor…
Sabır, Güven ve Çok Çalışma
Usta bir kalem olmanın birinci kuralının sabır, kendine güven ve çok çalışmak olduğunu belirtmiştim yazımın başlarında. Şimdi size iki örnek vermek istiyorum bu konuda.
1888 yılında Sergüzeşt adlı romanı yayınlanan Samipaşazade Sezia Bey, konaklarda doğup büyümüştü Osmanlı’nın son yıllarında. Zamanın en önde gelen edebiyatçılarından özel dersler aldı. Lisan bildiği ve saraya yakın olduğu için uzun yıllar Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde görev yaptı. Nereden bakarsanız bakın, üretken bir yazar olabilmesi için gerekli olan tüm imkânlar sunulmuştu emrine. Eğitimi vardı, yeteneği vardı, maddi sorunları yoktu, özetle Stefan Zweig’ın sahip olduğu bütün imkânlara o da sahipti.
Bir gün Sezai Bey’in Sergüzest adlı eserini okuyup beğenmiş ancak kitabın en arka sayfasında yer alan açıklamasını görünce fena halde hayal kırıklığına uğramıştım. Şöyle diyordu yazarımız:
“Batılı yazarların çok zengin yaşantıları var, bizler o imkânlara sahip olamadığımız için fazla eser veremedik…”
Ne denilebilir ki bu sözlere, anlamsız itirafnameye? Mazeret üretmeye bu kadar vakit ayıracağına, keşke biraz daha dizini kırıp çalışsaydı demek geçiyor içimden.
Yine o yıllarda, yani Osmanlı’nın son dönemlerinde, fakir bir ailenin çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya gelir Peyami Safa. Henüz iki yaşındayken yetim kalır. On üç yaşına geldiğinde kronik hastalığı ve ailesinin maddi sorunları yüzünden okulunu terk etmek zorunda kalır ve neredeyse çocuk yaşta çalışmaya başlar (Tıpkı Charles Dickens, ya da Jack London gibi). Tüm yaşamı boyunca kendi kendini eğitir, edebi tercümeler yapabilecek kadar Fransızca öğrenir. Hayatı maddi manevi sıkıntılar, acılar içinde geçer, buna karşın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Fatih-Harbiye gibi pek çok roman, inceleme ve denemelerden oluşan onlarca eser kazandırır edebiyatımıza.
Elbette çalışmak çok önemli…
Öte yandan, bu emeğin karşılığını alabilmek için başka detaylara da önem verilmesi gerektiği söylüyor ustalar. Örneğin sürekli gözlem yapmanın şart olduğu belirtilir. Değerli yazarların eserlerini, klasikleri okuyor olmanın önemi hatırlatılır. Herhangi bir roman, hatta bir öykü bile yazmaya başlamadan önce olayların geçtiği mekânları incelemenin çok önemli olduğu vurgulanır.
Yaratıcı Yazarlık
Ülkemizin dört bir tarafında “yaratıcı yazarlık” kursları açılıyor bildiğiniz gibi. Elbette bir kısmı yararlı oluyor, katılımcıların bilgi hazinesine bir şeyler katıyordur. Bir de, “roman yazmanın şartı şudur, kuralı budur” diye akıl veren bir ekol var bu gurubun içinde. Diyelim ki her yazar adayı aynı kuralları öğrendi, başarıyla da uyguladı… Bir okuyucu olarak bundan daha moral bozucu bir şey düşünebiliyor musunuz Allah aşkına?! Aynı tornadan çıkmış bir sürü masa, sandalye… Hangisine oturursan otur, hangisini okursan oku, hepsi birbirini andırıyor…
Oysa ki Nobelli yazar Ernest Hemingway “Yazmanın kuralı yoktur” der, “Bazen kendiliğinden ve mükemmel bir şekilde geliverir bazen bir kayayı matkapla delip patlatmaya benzer.”
Bana kalırsa da kurguyu nasıl yaptığınızın hiçbir önemi yok. Kimileri en ince ayrıntısına kadar her şeyi planlar öncesinden. Karakterlerini özenle seçer, onlara belirli roller verir, mekânları belirler, gerekli araştırmaları yapar ve her şey hazır olduktan sonra oturup yazmaya başlar. Buna karşılık, başlangıçta yalnızca bir olaydan, bir haberden, hatta yalnızca bir fotoğraftan ya da anıdan etkilenip yazmaya koyulan pek çok ödüllü yazar sayabilirim size günümüz edebiyat dünyasından.
Örneğin, pek çok esere imza atmış olan kadın yazarlardan Isabel Allende her sene nisan ayı geldiğinde yeni bir romana başladığı söyler. Uzunca bir süre zihninde farklı seçenekleri değerlendirdikten sonra günü geldiğinde bilgisayarının başına geçtiğini ve yazmaya başladığını anlatır. Bazen o seçeneklerden birini kullanıyor bazen bambaşka bir başlangıç yapıyor. “Gerisi de kendiliğinden gelir,” diye ekliyor San Francisco’da oturan Şilili Allende.
Haruki Murakami, Paul Auster gibi yazarlar da bir ucundan başlattıkları hikâyelerin bir süre sonra kendiliğinden farklı bir yöne doğru ilerlediği eserleriyle ünlü oldu. Bu tarzın romanlara akışkanlık kazandırdığını düşünüyorum ben. Örneğin Marquez “En önemli şey ilk paragraftır. İlk paragraf için aylarımı harcamışımdır. Bir kez istediğimi elde ettim mi, gerisi arkadan gelir” demiştir bir söyleşisinde.
Eserlerin ne zaman, nerede ve nasıl kaleme alındığı da yazardan yazara değişiyor.
Kurallar
Katı kurallarla çevrili bir sanat dalının geleceği olabilir mi hiç? Sabahtan akşama kadar portreler resmedip zengin olan ressamlar konforlu evlerinde keyif çatarken, Monet, Manet, Van Gogh, Renoir, Sisley, Cezanne, Gaugin gibiler karın tokluğuna çalışmasalar, farklı fırça darbeleri ve rengarenk desenleriyle tablolarına hayat vermeseler, ardından Dali’ler Picasso’lar gelmeseler modern sanat müzeleri kime hangi eserleri sergileyecekti günümüzde?
Yeniden yazın hayatına dönecek olursak, bildiğim kadarıyla Orhan Pamuk yakın zamana kadar bilgisayar yerine kâğıt kalem kullanıyordu taslaklarını yazarken. Hemingway ise sabahları erkenden kalkar, duvara monte edilmiş yüksek bir platformun üzerinde, ayakta durarak daktiloya dökerdi kelimelerini. Buna karşın alkol almadan, biraz da dumana boğulmadan ilham gelmediği söyleyenler var. Charles Bukowski ve Stephen King bu tarzın önde gidenleriydi. İkisi de en sonunda eşlerinin zoruyla bu alışkanlıklarını terk etmiş olsa da okuduğumuz eserlerinin çoğu o dumanlı döneme aittir.
Karakterler
Çokça sorulan sorulardan biri de roman karakterlerinin rolü üzerinedir. “Roman karakterleri bazen ön plana çıkar ve hikâyenin gidişatını değiştirir” diyenler olduğu gibi, “Öyle şey olur mu hiç? Yazarın kendi elleriyle yarattığı bir karakter nasıl olur da kurgunun gidişatını değiştirebilir” diyen çatık kaşlılarımız da bulunur edebiyat dünyasında.
En iyisi, şu oyunbozan roman karakterleri konusunda ne düşündüğümü dürüstçe anlatayım sizlere…
2018 yılında yayınlanan Yazdıklarıyla Yaşayanlar adlı kitabımda kendisini “Büyülü gerçekliğin gerçek büyücüsü” olarak tanımladığım Nobelli yazar Marquez “Her roman karakteri şahsen tanıdığın, hakkında bir şeyler duyduğun, okuduğun kişilerden oluşan bir kolajdır” der bir söyleşisinde.
Umberto Eco ise “Bir karakter yarattığınızda ona kendinize ait kimi kişisel anılarınızı, gözlemlerinizi yüklersiniz. Bir bakıma kimliğinizi romandaki karakterlere dağıtır, bir kurgu romanı dahi otobiyografik kılarsınız” diyerek bu tanımı bir aşama daha ileri götürmüştür.
İşin gerçeği şu ki, bazı karakterleri zihnimizde yarattıktan sonra hikâyenin gidişatına göre (çoğu kez farkına bile varmadan) onlara yeni özellikler katıyoruz. Bir süre sonra bu karakterler daha çok ilgimizi, dikkatimizi çekmeye başlıyor. Kişilikleri güçleniyor, vasıfları artıyor. Hâl böyle olunca da o karakter alıp başını gitmeye ve kurguya etki etmeye başlıyor. Yazar da havaya girerse bir doğaçlamaya dönüşüyor romanın geride kalan kısmı. Böylece, kupkuru bir mantıkla ortaya çıkan hikâye ete kemiğe bürünüyor ve çok daha fazla tat vermeye başlıyor okurlarına…
Son olarak da yola yeni çıkan yazar adaylarına roman taslaklarını her yaştan, farklı zevk ve deneyim sahibi okurla paylaşmalarını ve tüm eleştirileri ciddiye almalarını öneriyorum. Unutmayalım ki, en ünlü yazarların bile bir ilk okuru, eleştirmeni vardır ve bu kişi çoğu kez fikirlerine değer verdiği bir dostu ya da hayat arkadaşıdır.
Hasan Saraç